Alexander Graham Bell

6 Ağustos 2008 Çarşamba


3 Mart 1847 yılında İskoçya'da Edinburgh'da doğdu. Edinburgh'daki McLauren's Akademisinde öğrenim gördü. 1860 yılında Kraliyet Lisesi'nden mezun oldu. Graham Bell'in iki erkek kardeşi veremden öldü. Bu ölümler nedeni ile doktorlarının tavsiyesine uydular ve Kanada'ya göç ettiler. 2 sene gibi kısa bir süre burada yaşadıktan sonra Amerika'ya yerleştiler.1873 yılında Boston Üniversite'sinde ses fizyolojisi profesörü oldu. Kullanılabilir ilk telefonun icadını 1875 yılında yaptı ve patentini 1 yıl sonra aldı.1877 yılında Bell Telephone Company adlı şirketi kurdu. 1880 yılında şirketten ayrıldı ve işitme engelliler üzerinde çalışmak için Volta Laboratuvarı'nı kurdu. İşitm engelliler için konuşmaların ışınlar aracılığı ile iletilebilmesini sağlayan Photophone isimli icadını gerçekleştirdi.
1880 ve 81 yılları arasında Edison'un Fonograf'ını geliştirmeye çalıştı. Bu araştırma geliştirme sonucunda kayıt tutabilen Graphopone ortaya çıktı. Bu prototip ile yaptığı kayıtlar halen Amerika'daki Smithsonian Enstitüsü'nde saklanmaktadır. Aynı yılın sonlarına doğru ilkel bir metal dedektör icat etti. Bunu geliştirmek için herhangi bir çaba göstermedi ancak 1925 yılında aynı temellere dayanan daha gelişmiş bir modeli Gerhard Fisher icat edecekti.Yeni doğan bir bebeği solunum rahatsızlığı nedeniyle ölünce bunun üzerinde çalıştı. Yapay bir akciğer üretmeyi başardı ve adını Vacuum Jacket koydu. 10 Kasım 1882 yılında Amerikan vatandaşlığına geçti. Bir yıl sonra Dünyaca ünlü bilim dergisi Science'ın kurulmasında birçok katkısı oldu.1888 yılında ise National Geographic Society'nin kurulmasına yardımcı oldu. Sağır vatandaşlara konuşma öğretmek için bir dernek kurdu. 1904 yılında Bileşik Hücresel Hava Aracı isimli bir icat için patent aldı. 1907 yılında havacılık deneyleri birliğinin kurulmasına yardımcı oldu. Hayatı boyunca 30 patent aldı ve75 yaşına geldiğinde 1922 yılında hayata gözlerini kapadı.

Albert Einstein


- "Okula gitmem neden gerekiyor, babacığım?" Sert görünüşlü baba, sekiz yaşındaki oğlunu tepeden süzdü. - "Albert, kara cahil biri olarak mı büyümek istiyorsun, yoksa?" - "Kara cahil de ne demek?" İyi döşenmiş geniş salonun öbür ucundan bir kahkaha yükseldi. Baba ile oğul, birlikte, büyük piyano başındaki anneye döndüler. - "Ah Hermancığım, bilmiyor musun, o oyunda Albert'le başa çıkamayacağını?" "Doğrusunu istersen, ne demek istediğini anlayamıyorum." diye kekeledi kocası.Eski bir Macar halk şarkısını çalmayı sürdüren bayan Einstein, - "Haydi, haydi, bilmezlikten gelme. Bilmiyor muyum sanki, Albert'i soru sormaktan vazgeçirmek için sorusuna soruyla yanıt vermek taktiğini!" Ama görüyorsun ya, yürümüyor!" dedi.
Albert seğirterek annesinin yanına gitti; tuşlar üzerinde kayan usta parmaklar ona bir anda ne sorduğunu unutturmuştu. Piyano şarkı söylüyordu, adeta! İki tuşa sert bir vuruşla çalmasını noktalayan anne, taburesinde döndü, oğlunu kolları arasına aldı. Albert'in koyu gür, dalgalı saçlarının üstünden kocasına gülümsedi: - "Görüyorsun ya, Albert'i soru sormaktan alıkoymanın bir yolu vardır: benim müziğim!" Baba da gülümsedi; bir şey demeğe kalmadan, oğlan annesinin kucağında dönerek, - "Soru sormak kötü bir şey mi?" diye sordu. Bu kez gülme sırası babasındaydı: - "İşte sana! Boşuna övünme, senin müziğinin de onu durduracağı yok." Anne kocasını duymazlıktan gelerek, oğluna döndü: - "Soru sormanın hiçbir kötü yanı yok, tatlım. Yeter ki, soruların karşındakini küçük düşürmeye ya da kırmaya yönelik olmasın!" - "Ama ben öyle bir şey yapmıyorum, anneciğim. Bilmediğim o kadar çok şey var ki, sorarak öğrenmek istiyorum; her şeyi öğrenmek istiyorum." Anne gururla gülümsedi; baba ise biraz duraksamalı, - "Peki, dediğin gibi gerçekten her şeyi öğrenmek istiyorsan yavrum, okula neden gitmen gerektiğini nasıl sorabilirsin? Okul soruların yanıtlandığı yer değil midir?" diye araya girdi. - "Değildir, babacığım!" dedi çocuk. "Yanıtlamak şöyle dursun, soru bile sordurmuyorlar, insana. Okuldan hoşlanmıyorum. Hapishanedeymişim gibi sanki. Öğretmenler gardiyanlardan farksız; sıralar arasında gidip gelen gardiyanlar!" Karı koca birbirlerine tedirgin gözlerle bakıştılar. Albert'in bu suçlamalarına ne diyebilirlerdi ki... İşte her şeyi sorgulayan bu çocuk, ilerde büyük bilimsel atılımların yanı sıra özentisiz, erdemli bilge kişiliğiyle de tüm dünyanın ilgi odağı olacaktı. Albert Einstein, Güney Almanya'nın Ulm kentinde dünyaya geldi. Küçük bir elektrokimya fabrikasının sahibi olan babası başarılı bir iş adamı değildi. Annesinin dünyası müzikti; özellikle Beethoven'in piyano parçalarını çalmak en büyük tutkusuydu. Aile Musevî kökenliydi, ama dinsel bağnazlıktan uzak, açık görüşlü, kültürel etkinliklerle zengin bir yaşam içindeydi. Ne var ki, çocuğun ilk yıllardaki gelişmesi kaygı vericiydi. Özellikle konuşmadaki gecikmesi aileyi telaşa düşürmüştü.Albert, içine kapanıktı; çocukların arasına katılmaktan, oyun oynamaktan hoşlanmıyordu. Okulu sıkıcı buluyor, ezbere dayanan eğitim disiplinine katlanamıyordu. "Gimnazyum"da geçen orta öğrenimi mutsuz ve başarısızdı. Mühendis amcasının özel ilgisi olmasaydı, belki de öğrenimden tümüyle kopacaktı. Amca, yeğene cebir ve geometriyi sevdirdi. Geometri özellikle Albert'i bir tür büyülemişti.Einstein, yıllar sonra amcasına borcunu şöyle dile getirir: "Çocukluğumda yaşadığım iki önemli olayı unutamam. Biri, beş yaşımda iken amcamın armağanı pusulada bulduğum gizem; diğeri on iki yaşımda iken tanıştığım Öklit geometrisi. Gençliğinde bu geometrinin büyüsüne girmeyen bir kimsenin ilerdi kuramsal bilimde parlak bir atılım yapabileceği hiç beklenmemelidir!" Einstein, yüksek öğrenimini güç koşullara göğüs gererek Zürih Teknik Üniversitesi'nde yapar. Mezun olduğunda iş bulmak sorunuyla karşılaşır. Üniversitede asistanlık bir yana orta okul öğretmenliği bile bulamaz. Sonunda bir okul arkadaşının yardımıyla Bern Patent Ofisi'nde sıradan bir işe yerleşir; ama asıl dünyası olan bilimden kopmaz; çok geçmeden büyüsü bugün de süren devrimsel atılımlarıyla yaratıcı dehasını kanıtlar. 1905'te Annalen der Physik dergisinde yayımlanan üç çalışmasının her biri, fizik tarihinde bir dönüm noktası sayılabilecek nitelikteydi. Bunlardan biri, şimdi "fotoelektrik etki" dediğimiz bir olaya ilişkindi. Newton, ışığı tanecikler akımı, kimi bilim adamları ise dalga devinimi diye nitelemişti. Aslında ışığın davranışını açıklamada iki kuramın birbirine bir üstünlüğü yoktu; ancak, Newton'un adı parçacık kuramına bir tür ağırlık sağlamaktaydı.Ne var ki, 19. yüzyılın başlarında Young'la başlayan, Fresnel ve daha sonra Faraday ve Maxwell'in çalışmalarıyla pekişen deneyler dalga kuramına belirgin bir üstünlük sağlamıştı. Einstein'ın fotoelektrik çalışması bu gelişmeyi bir bakıma tersine çevirmekle kalmaz, Planck'ın 1900'de ortaya sürdüğü kuantum teorisini de çarpıcı bir biçimde doğrular. Daha az bilinen ikinci çalışma "Brown devinimi" denen bir olayı açıklıyordu. 1850'lerde İngiliz botanikçisi Robert Brown, mikroskopla polenleri incelerken, taneciklerin su içinde gelişigüzel sıçramalarla devinim içinde olduğunu gözlemlemişti. Ancak bu gözlem 1905'e dek açıklamasız kalır.Einstein'ın bugün de geçerliliğini koruyan açıklaması oldukça basittir: Son derece hafif olan polenlerin ani kımıltıları, su moleküllerinin çarpmalarıyla oluşuyordu. Gerçi molekül kavramı yeni değildi; ancak en güçlü mikroskop altında bile görülemeyecek kadar küçük olan moleküllerin varlığı ilk kez bu açıklamayla kanıtlanmış oluyordu.Yüzyılımızın başında Ernst Mach gibi kimi seçkin fizikçilerin bile gözlemsel kanıt yokluğu gerekçesiyle atom teorisine uzak durdukları bilinmektedir. Öyle ki, bu olumsuz tutum, gazların kinetik teorisinin kurucusu Boltzman'ı intihara sürükleyecek kadar ileri gitmişti. Einstein'ın açıklaması, bu tutuma son vermekle fiziğin içine düştüğü bir tıkanıklığı giderir. 1905'in bilim dünyasına yeni bir ufuk açan üçüncü ve en önemli çalışması, Özel Görecelik (Special Relativity) kuramıdır. Bu kuram, Einstein'ın genç yaşında kendini gösteren bir merakına dayanır. Daha on dört yaşında iken Einstein, "Bir ışık ışınına binmiş olsaydım, dünya bana nasıl görünürdü, acaba?" diye sormuştu.19. yüzyılın sonlarında ışığın hızına ilişkin Michelson-Morley deneyi, bu merakı derinleştiren bir sorun ortaya koymuştu: Ses ve başka dalga olaylarının, tersine ışık hızının referans sistemine görecel olmayışı! Saatte 100 km hızla ilerleyen bir lokomotifin, iki istasyon arasında düdük çaldığını düşünelim. Sesin ön ve arka istasyonlara değişik hızlarla ulaşacağını biliyoruz: Öndeki istasyona normal ses hızından saatte 100 km daha fazla, arkada kalan istasyona ise saatte 100 km daha yavaş bir hızla ulaşır. Oysa trendeki insanlar için sesin hızında bir değişiklik yoktur; ön ve arka uçlara normal hızıyla aynı anda ulaşır. Sesin hızı gözlemcinin hızına göreceldir.Işığa gelince Michelson Morley deneyleri, ışığın öyle davranmadığını göstermekteydi. Işık kaynağı ile gözlemcinin birbirine görecel hareketlerine ne olursa olsun ışık hızında bir değişiklik gözlemlenmemekteydi. Bu beklenmeyen bir sonuçtu; çünkü, sesin hava aracılığıyla yayıldığı gibi, ışığın da "esir" denen gizemli bir ortam aracılığıyla yayıldığı ve gözlemcinin hareketine bağlı olduğu sanılıyordu. Esir gözlemlenebilir bir nesne değildi; ama öyle bir kavram olmaksızın optik olgular nasıl açıklanabilirdi? Kaldı ki, Maxwell'in elektromanyetik teorisi de esir türünden bir ortam varsayımına dayanıyordu. Einstein'ın getirdiği çözüm, deney sonuçlarını yansıtan şu iki temel ilkeyi içermektedir. 1) Doğa yasaları ivmesiz hareket eden tüm sistemler için aynıdır; 2) Işığın hızı, kaynağına göre hareket halinde olsun veya olmasın, her gözlemci için aynıdır. Özel Görecelik Kuramı'nın öncüllerini oluşturan bu iki temel ilke, yeterince anlaşılmadıkça, Einstein devrimini kavramaya olanak yoktur. Kuramın içerdiği tüm önermeler, bu öncüllerin mantıksal sonuçlarıdır. Aslında deneysel nitelikte olan bu iki ilkenin yol açtığı kuramsal devrim, ilk bakışta şaşırtıcı görünebilir. Ama sonuçlarına bakıldığında şaşkınlık, yerini büyük bir hayranlığa bırakmaktadır. Sonuçlardan biri, bir gözlemciye bağıl olarak nesnelerin hareketleri yönünde uzunluklarının kısaldığı, kütlelerinin arttığı öndeyişidir. Örneğin, bir topu ışık hızına yakın (yakın, çünkü kurama göre ışık hızını yakalamaya ve aşmaya olanak yoktur) bir hızla uzaya fırlattığımızı varsayalım: Hareket dışındaki bir gözlemci için top bir tepsi gibi yassılaşırken, kütlesi büyük ölçüde artar. Hızı kesildiğinde top, önceki biçim ve kütlesine döner.Kurama göre hızı ışık hızına erişen bir nesnenin oylumu sıfır, kütlesi sonsuz olur. Ancak öyle birşey düşünülemeyeceğinden, hiçbir nesnenin ışık hızıyla hareketi beklenemez. Başka bir deyişle, kütle eyleme direnç demek olduğundan, kütlenin sonsuzlaşması hareketin yok olması demektir. Daha az şaşırtıcı olmayan bir sonuç da, zamanın görecelliği. Örneğin, birbirine tam ayarlı iki saatten birini çok hızlı bir roketle uzaya yolladığımızı düşünelim. Bu saatin yerdeki saate göre daha yavaş çalıştığı görülecektir. Roket saniyede yaklaşık 260,000 km hızla yol alıyorsa, yerdeki saatin yelkovanı iki tam dönüş yaptığında roketteki saatin yelkovanı ancak bir tam dönüş yapacaktır. Oysa rokette bulunan gözlemci için öyle bir yavaşlama söz konusu değildir; saat normal hızıyla çalışmaktadır. Ne var ki, bu kişi dünyaya döndüğünde kendisini karşılayan ikiz kardeşini daha yaşlanmış bulacaktır. Kuramdan matematiksel olarak çıkan bu sonuçlar daha sonra deneysel olarak doğrulanmıştır. Kuramın belki de en önemli (atom bombası nedeniyle en çok bilinen) bir sonucu da madde ve enerji eşdeğerliliğine ilişkin denklemdir:E=mc² (Denklemde E enerji, m kütle, c ışık hızı olarak kullanılmıştır).Başlangıçta bu ilişkinin önemi yeterince kavranmamıştı. Einstein'ın denklemi içeren yazısını yayımlamakta güçlükle karşılaştığını biliyoruz. Oysa küçük bir kütlenin büyük bir enerji demek olduğunu ortaya koyan bu denklem yıldızların (bu arada Güneş'in) ışığı nasıl ürettiğini de açıklamaktaydı. Kuramın evren anlayışımız yönünden de kimi sonuçları olmuştur. Bunlar arasında en önemlisi, hiç kuşkusuz uzay ve zaman kavramlarını birleştiren dört boyutlu uzay zaman kavramıdır. Özel Görecelik kuramı düzgün doğrusal (ivmesiz) hareket eden sistemlerle sınırlıydı. Einstein'ın 1915'te ortaya koyduğu Genel Görecelik kuramı ise birbirine göre hızlanan veya yavaşlayan (yani ivmeli hareket eden) sistemleri de kapsıyordu. Öyle ki, birinci kuramı, kapsamı daha geniş ikinci kuramın özel bir hali sayabiliriz.Özel Görecelik, Newton'un mekanik yasalarını değiştirmişti. Genel Görecelik daha ileri giderek "gravitasyon" kavramına yeni ve değişik bir içerik getirmekteydi. Klasik mekanikte gravitasyon, kütlesel nesneler arasında çekim gücü olarak algılanmıştı. Buna göre, örneğin bir gezegeni yörüngesinde tutan şey, kütlesi daha büyük Güneş'in çekim gücüydü.Oysa, Genel Görecelik kuramına göre, gezegenleri yörüngelerinde tutan şey Güneş'in çekim gücü değil, yörüngelerin yer aldığı uzay kesiminin Güneş'in kütlesel etkisinde oluşan kavisli yapısıdır. Öyle bir uzay yapısında, nesnelerin başka türlü hareketine fiziksel olanak yoktur. Genel kuram, ayrıca gravitasyon ile eylemsizlik ilkesini "gravitasyon alanı" adı altında tek kavramda birleştiriyordu.Bu noktada Einstein'ın, Maxwell'in "elektromanyetik alan" kavramından esinlendiği söylenebilir. Nitekim tanınmış bilim tarihçisi I.B. Cohen'in bir anısı bunu doğrulamaktadır: "Ölümünden iki hafta önce Einstein'ı ziyarete gitmiştim. Sekreter beni çalışma odasına aldı. İki duvar döşemeden tavana kitaplıktı. Bir duvar geniş penceresiyle bahçeye bakıyordu; diğerinde iki tablo asılıydı: Elektromanyetik teorinin kurucuları Faraday ile Maxwell'in portreleri!Genel Görecelik kuramının tüm mantıksal yetkinliğine karşın, hemen benimsenmesi bir yana anlaşılması bile kolay olmamıştır. Eddington'a, "kuramı yalnızca üç kişinin anlayabildiği söyleniyor, doğru mu?" diye sorulduğunda, ünlü astrofizikçi bir an duraklar, sonra "üçüncü kişinin kim olduğunu düşünüyordum." der. Bir kez, Özel kuramın tersine Genel kuram, fizikte çözümü istenen herhangi bir soruna yönelik bir arayışın ürünü değildi. Sonra, kuramı doğrulayan gözlemsel bir kanıt henüz ortada yoktu; üstelik, 1915'in teknolojik olanakları kuramın deneysel yoklanması için yeterli değildi. Kuramın öndeyilerinden yalnızca biri yoklanmaya elveriyordu; ancak içinde bulunulan savaş koşulları bunu da güçleştirmekteydi.Einstein, kuramından öylesine emindi ki, deneysel yoklamada ortaya çıkacak olumsuz herhangi bir sonucu kuramın yanlışlığı için yeterli sayacağını bildirmekten kaçınmıyordu. Olgusal yoklanmaya elveren öndeyi şuydu: kuram doğruysa, Güneş'in gravitasyon alanından geçen bir ışık ışınının, eğrilmesi gerekirdi. Bu etkiyi gündüz aydınlığında belirlemeğe olanak olmadığı için, Güneş'in tutulmasını beklemekten başka çare yoktu.Astronomlar Güneş'in 1919 Mayıs'ında tutulacağını, gözlem bakımından en uygun yerin Afrika'nın batısında Prens Adası olabileceğini bildirmişlerdi. Eddington'un önderliğinde bir grup bilim adamının gerçekleştirdiği gözlem ve ölçmeler öndeyiyi doğrulamaktaydı. Sonuç İngiliz Kraliyet Bilim Akademisi tarafından açıklanır açıklanmaz bilim dünyası bir tür büyülenir; Einstein, Newton düzeyinde bir yücelik simgesine dönüşür. Kuram daha sonra başka gözlemlerle de doğrulanmıştır. Bunlardan biri açıklanmasında klasik mekaniğin yetersiz kaldığı bir olaya (Merkür gezegeninin perihelisinin kaymasına), bir diğeri, Güneş (ve diğer yıldız) atomlarının saçtığı ışığın frekans düşüklüğü nedeniyle spektral çizgilerin spektrumun kırmızı ucuna doğru kayması olayına ilişkindir. Özel Görecelik kuramı gibi Genel Görecelik kuramının da ilk bakışta çelişik görünen ilginç sonuçları vardır. Örneğin, kurama göre, evren büyüklük bakımından sonlu ama sınırsızdır. Gene kuram evrenin giderek ya büyümekte ya da küçülmekte olduğunu içermektedir (Nitekim yıldız kümeleri üzerindeki gözlemler evrenin büyümekte olduğunu göstermiştir). Einstein, bu kuramıyla da yetinmez; yaşamının son otuz yılını daha da kapsamlı bir kuram oluşturma çabasıyla geçirdi. Evrende olup bitenleri bir tek ilke altında açıklamak, insanoğlunun, kökü klasik çağa inen değişmez bir arayışıdır. Thales tüm varlığı suya, Pythogoras sayıya indirgeyerek açıklamaya çalışmıştı.Modern çağda Oersted, Faraday ve Maxwell'in elektrik ve manyetik güçleri özdeşleştirme yoluna gittiklerini görüyoruz. Einstein'ın da ömür boyu süren düşü buna yönelikti: Doğanın tüm güçlerini (gravitasyon, elektrik, manyetizma, vb.) "birleşik alanlar" dediği temel bir ilkeye bağlamak. Bu düşün gerçekleştiği söylenemez belki; ama Einstein, çağdaş fiziğin egemen akımı dışında kalma pahasına, umudundan hiçbir zaman vazgeçmez. Evrenin nedensel düzenliliği onda bir tür dinsel inançtı. "Seçeneğim kalmasa, doğa yasalarına bağlı olmayan bir evren düşünebilirim belki; ama doğa yasalarının istatistiksel olduğu görüşüne asla katılamam. Tanrı, zar atarak iş görmez!" diyordu. Kuantum mekaniğini yetersiz ve geçici sayan çağımızın (belki de tüm çağların) en büyük bilim dehası, kendi yolunda "yalnız" bir yolcuydu; çocukluğa özgü saf ve yalın merakı, evren karşısında derin hayret ve tükenmez coşkusuyla ilerleyen bir yolcu!

Charles Darwin







Düşünce tarihinde pek az bilim adamı Darwin ölçüsünde tepki çekmiştir. Evrim kuramını içine sindiremeyenler onu hiç bir zaman bağışlamamışlardır. Yaşadığı dönemde, "Maymunla akrabalık bağın annen tarafından mı, baban tarafından mı?" diye alaya alınmıştı. Günümüzde ise daha ileri giden, onu bir "şarlatan", dahası bir "şeytan" diye karalamak isteyen çevreler vardır. Bir bilim adamına gösterilen bu tepkinin nedeni neydi? Darwin kimdir, ne yapmıştı? Darwin küçük yaşında iken de horlanmıştı, hem de babası tarafından: "Seni, anlaşılan, ava çıkma, köpeklerle eğlenme ve fare yakalama dışında hiç bir şey ilgilendirmiyor. Geleceğin, kendin ve ailen için yüz karası olacaktır!" Geleceğinin yüz karası olacağı söylenen çocuk, biyolojinin anıt yapıtı Türlerin Kökeni'nin yazarı, tüm çağların sayılı bilim adamlarından biri olur.
Varlıklı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Charles Darwin, sekiz yaşına geldiğinde annesini yitirir. Çocuğunun iyi yetişmesi yolunda hiç bir şey esirgemeyen babası başarılı ve saygın bir hekimdi. Dedesi Erasmus Darwin, evrim konusuyla ilgilenen tanınmış bir doğa bilginiydi. Entellektüel bir çevrede büyüyen Charles okulda parlak bir öğrenci değildi. Öğretmenleri arasında ona "aptal" gözüyle bakanlar bile vardı. Oysa bu bakış, yüzeysel bir izlenimi yansıtmaktaydı; sıkıntı Charles'ın okul programıyla bağdaşmayan kendine özgü ilgilerinden kaynaklanıyordu. Hayvanlara, özellikle böceklere derin bir ilgisi vardı. Daha küçük yaşında onu saran bu ilgi, ilerde belirginlik kazanan üstün gözlemleme yeteneğinin itici gücüydü. Üniversitede, ilk iki yılını alan tıp öğrenimi başarısız geçer. Dönemin tartışma konuları arasında onu yalnızca canlıların kökeni sorunu ilgilendirmekteydi. Ama babası umudunu tümüyle yitirmek istemiyordu; hekim olmak istemeyen oğlunu hiç değilse din adamı olmaya ikna eder. Edinburg'dan Cambridge Üniversitesine geçen delikanlı burada da, teoloji öğreniminin yanı sıra böcek toplama etkinliğini sürdürür; oluşturduğu zengin koleksiyonla bilim çevrelerinin beğenisini kazanır. Bu arada botanik ve jeoloji derslerini de izlemekten geri kalmaz. Yirmi iki yaşında üniversiteyi bitirir, ama kilisede görev almaya yönelik değildir. Bir rastlantı, aradığı olanak kapısını ona açar. Güney Amerika kıyılarından başlayarak uzun süreli bir araştırma gezisine çıkmaya hazırlanan kraliyet gemisi Beagle'e doğa araştırmacısı aranmaktaydı. Botanik profesörünün tavsiyesi üzerine Darwin'e, masraflarını kendisinin karşılaması koşuluyla, bu görev verilir. Ancak genç bilim adamının babasının desteğini sağlaması kolay olmaz. 1831'de başlayan geziye Darwin beş yıl süren yoğun ve çetin bir uğraşla, dünyanın henüz bilinmeyen pek çok kıyı ve adalarında türlere ilişkin fosil ve örnekler toplar; gözlemsel bilgiler edinir, notlar alır. Doğa onun için tükenmez bir laboratuvardı. Özellikle Gallapagus adalarındaki dev kaplumbağalar ile kuşlar üzerindeki gözlemleri, değişik çevre koşullarında türlerin nasıl oluştuğu konusunda ona önemli ipuçları sağlamıştı. Kimi türlerin çevreyle uyum kurarak sürdürdüğü, kimi türlerin ise değişen koşullarda uyumsuzluğa düşerek yok olduğu izlenimi kaçınılmazdı. Ülkesine döndüğünde Darwin'in yapması gereken şey, topladığı bilgileri işlemek, evrim olgusuna kanıtlara dayalı açıklık getirmekti. Ne var ki, bu kolay olmayacaktı. Bir kez toplanan gözlem verilerinin düzenlenmesi bile yıllar alacak bir işti. Sonra, evrim konusu dikenli bir sorundu; yerleşik önyargılara ters düşmek kolayca göze alınamazdı. Darwin incelemelerinden türlerin sabit olmadığını, uzun süreli de olsa, çevre koşullarına göre değiştiğini öğrenmişti. Ama "evrim" denen bu değişimin düzeneği neydi? Bu soruya yanıt arayışı içinde olan Darwin'e 1838'de okuduğu bir kitap ışık tutar. Thomas Malthus'un yazdığı Nüfus Üzerine Deneme adlı bu kitap ilginç bir tez ortaya koyuyordu: canlılar için yaşam bir var olma ya da yok olma savaşımıdır; çünkü, hemen her çevrede, nüfus artışı beslenme olanaklarını kat kat aşmaktadır. Bu savaşımda güçlüler karşısında zayıf kalanlar yok olup gider; çevresiyle uyumsuzluğa düşenler elenirken, uyum kuranlar çoğalır. 19. yüzyılın acımasız kapitalizminin "laissez faire et laissez passer" (bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler) sloganında da yansıyan bu düşünce, Darwin'in yirmi yıl sonra açıkladığı evrim kuramının özünü oluşturur: doğal seleksiyon evrimin itici gücü, ilerlemenin dayandığı düzenekti. Evrim düşüncesi, insanın kendi varlık kökenini bilme merakım da içermektedir. İlkel topluluklarda bile kendini açığa vuran bu merakın özellikle mitoloji ve dinlerin oluşumundaki rolü yadsınamaz. Ancak bilim öncesi açıklamalar masalımsı birer öğreti niteliğindedir. Her şey gibi insan da Tanrısal gücün ürünüdür. Gelişmiş dinlerde bile evrim düşüncesi yer almamıştır. Evrimden ilk söz edenler, M.Ö. 6. yüzyılda yaşayan İyonya'lı filozoflar olmuştur. Thales tüm nesneler gibi canlıların da sudan oluştuğu savındaydı. Daha çarpıcı görüşü onu izleyen Anaximander'de bulmaktayız: "Canlıların kaynağı denizdir. Başlangıçta balık olan atalarımızdan bugünkü formumuza evrimleşerek ulaştık." Gene o dönemin bir başka filozofu, Herakleitus, canlıların gelişmesinde aralarındaki çatışmanın rolüne değinir. Bunlardan ikiyüz yıl sonra gelen antik çağın ünlü filozofu Aristoteles'te evrim düşüncesi daha belirgindir. Onun görüşünde aşağıdaki ilginç noktaları bulmaktayız: (1) Canlıların en ilkel düzeyde kendiliğinden oluştuğu, (2) Organizmaların basitten daha karmaşık formlara doğru geliştiği, (3) Canlıda organların ihtiyaca göre oluştuğu. Ancak ortaçağ teolojisinde bu tür düşüncelere yer yoktu. Gerçek kutsal kitaplarda açıklanmıştı. Evrim düşüncesi bir sapıklıktı. Evrime bilimsel yaklaşım, Aydınlık Çağı'nın sağladığı göreceli özgür düşünme ortamını bekler. Bu alanda ilk adımı Fransız doğa bilimcisi Buffon'un attığı söylenebilir. Buffon, canlıların sınıflanmasına ilişkin Aristoteles sistemini düzeltme ve geliştirme amacıyla çalışmaya koyulur. İlgilendiği konuların başında evrim geliyordu. Fosil ve diğer kanıtlara dayanarak canlı türlerin evrimle oluştuğu görüşüne ulaşmıştı. Ama kilisenin sert tepkisiyle karşılaşınca, Buffon, "Kutsal kitapta bildirilenlere ters düşen sözlerimi geri alıyorum" diyerek sessizliğe gömülür. Ünlü isveç botanikçisi Linnaeus'un modern sınıflama yöntemine ilişkin çalışması evrim düşüncesine destek sağlayan başka bir girişimdir. Darwin'in dedesi Erasmus Darwin de, Buffon gibi, canlıların yaşam dönemlerinde edindikleri beceri veya özelliklerin yeni kuşaklara geçmesiyle evrimleştiği görüşündeydi. Bu görüşü geliştiren Fransız doğa bilgini Lamarck ise evrim konusunda oldukça tutarlı ilk kuramı oluşturur. Kısaca, "canlıların yaşam dönemlerinde kazandıkları özelliklerin ya da uğradıkları değişikliklerin (bunlar çevre koşullarının etkisinde ortaya çıkabileceği gibi, organların kullanış veya kullanışsızlık nedeniylede olabilir) kalıtsal yoldan yeni kuşaklara geçtiği" diye özetleyebileceğimiz bu kuram, sağduyuya yatkın görünmesine karşın, bilim dünyasında beklenen ilgiyi bulmaz. Kuramın olgusal içerik yönünden yetersizliği bir yana, bilinen kimi gözlemsel verilere ters düşmesi benimsenmesine olanak vermiyordu. Açıklama gücünü bugün de koruyan, daha kapsamlı ve tutarlı evrim kuramını Darwin'e borçluyuz. 1859'da yayımlanan Türlerin Kökeni adlı yapıtta ortaya konan bu kuramın benimsenmesine ortam hazırdı. Kısa sürede bir kaç yeni basım yapan kitap, insanlığın dünya anlayışında eşine pek rastlanmayan köklü bir devrime kapı açmaktaydı. Dönemin seçkin bilginlerinden T. H. Huxley'in şu sözlerinin çağdaşı pek çok bilim adamının duygularını dile getirdiği söylenebilir: Biz türlerin oluşumuna ilişkin, doğruluğu olgusal olarak yoklanabilir bir açıklama arayışı içindeydik. Aradığımızı Türlerin Kökeni'nde bulduk. Kutsal kitabın masalımsı açıklaması geçerli olamazdı. Bilimsel görünen diğer açıklamaları da yeterli bulamıyorduk. Darwin kuramı her yönüyle bilimsel yeterlikte idi. Kuramın dayandığı iki temel nokta vardır: (1) Canlı dünyada, yeni türlerin oluşumuna yol açan sürekli ama yavaş giden değişim; (2) "Doğal seleksiyon" dediğimiz evrim sürecini işler kılan düzenek. Birinci nokta, türlerin sabitliği varsayımını içeren yerleşik öğretiye ters düşmekteydi. İkinci nokta, evrimin tüm ereksel görünümüne karşın salt mekanik terimlerle açıklanabileceğini göstermekteydi. Darwin kuramının özünü oluşturan doğal seleksiyon, başlangıçtan günümüze değin, değişik eleştirilere uğramıştır. Bu nedenle, ilkenin öncelikle açıklığa kavuşturulması gerekir. Darwin'in evrim kuramı, gözlenebilir üç olgu ve iki ilke içerir. İlk olgu, üreme biçimleri ne olursa olsun, canlıların geometrik diziyle çoğalma eğilimidir. İkinci olgu, bu eğilime karşın türlerde nüfusun aşağı yukarı sabit kaldığıdır. Bu iki olgudan, Darwin 'yaşam savaşımı' ilkesine ulaşır. Üçüncü olgu, canlıların (bir türü hatta bir aileyi oluşturan bireylerin bile) az ya da çok belirgin farklılıklar sergilemesidir. Yaşam savaşımı ilkesiyle birleşen bu olgu Darwin'i temel ilkesi olan doğal seleksiyon düşüncesine götürür. Belli bir çevrede farklı özellikler taşıyan bireyler arasında yaşam savaşımı varsa, doğal koşullara uyum bakımından, özellikleri üstünlük sağlayan bireylerin (veya türlerin) egemenlik kurması, diğerlerinin elenmesi kaçınılmazdır. Evrim sürecinin dayandığı bu düzeneğe, tüm eleştiri ve uğraşlara karşın, daha geçerli diyebileceğimiz bir alternatif bulunamamıştır. Ayrıntılarında kimi değişikliklere uğramakla birlikte, kuramın sürgit Darwinci kalmayacağını gösteren herhangi bir belirti yoktur ortada! Newton, yerçekimi ilkesiyle devinim yasalarının, yersel ya da göksel, tüm nesneler için geçerli genellemeler olduğunu göstermişti. Darwin de yaşam savaşımı, doğal seleksiyon, çevreye uyum gibi bir kaç ilke içeren kuramıyla evrim olgusuna bilimsel açıklama getirdi; insanın ottan çiçeğe, amipten maymuna uzanan canlı dünyanın bir parçası olduğunu gösterdi.

klima

Yapay havalandırma ve yapay soğutma sistemleri artık çağlardan beri kullanılıyor:Eskiden insanlar kapı girişlerine ıslak hasırlar asarak ya da konutlarını(hava akımlarını, evin içine girmeden önce avludaki fıskiyelerin arasından geçirmek yoluyla) serinlik sağlayacak şekilde tasarlayarak çözüm arıyorlardı. 19. yüzyıla gelindiğinde, havayı serinletmek için buzun önüne vantilatörler yerleştirilmeye başlanmıştı; ama Willis H. Carrier'in icadı olan bilimsel olarak tasarlanmış ilk klima için 1902'yi beklemek gerekti. Carrier, 1901'de Cornell Üniversitesi elektrik mühendisliği bölümünden mezun oldu; aynı yıl Temmuz ayında Buffalo'daki Buffalo Forge Company'de çalışmaya başladı. Altı ay içinde şirketin araştırma geliştirme laboratuvarının başına getirildi. Buradaki ilk projelerinden biri, ısıtma bobinlerinden oluşan bir sistemden geçirildiğinde havanın ne kadar ısı soğurabileceğini belirlemekti; bulguları şirketin ısınma giderlerinde binlerce dolar tasarruf sağladı. İlk projelerinden bir başkası da soğutmaya yönelikti.; Brooklyn'de Sackett-Wilhelms Lithographing and Publishing adlı matbaa şirketi, ısı ve nem değişimleri yüzünden kağıdın genleşmesi ve büzüşmesi sonucu baskı sürecinde renklerin donuklaşması gib bir sorun yaşıyordu. Willis H. Carrier; 17 Temmuz 1902'de bu şirket için dünyanın ilk klimasının tasarımlarını tamamladı: Klima, matbaanın ısı ve nem oranını hassasiyetle denetleyen 30 tonluk bir makinaydı.
Carrier, icadını geliştirmeyi sürdürdü ve iki yıl sonra 16 Eylül 1904'te püskürtmeli ilk klima sistemi olan "havayı işlemden geçiren aygıt" için patent başvurusu yaptı. (patent 1906 yılında verildi): Bu sistemde hava, bir fan aracılığıyla aygıtın içine çekiliyor, püskürtülerek soğutuluyor (ya da ısıtılıyor) ve saflığını bozan her türlü yabancı maddeden arıtılması için su bir dizi bölmeden geçiyordu; ardından su yeniden dolaşıma girerken, işlenmiş hava fabrikanın havasını düzenlemek üzere klimadan dışarı veriliyordu. Carrier Engineering ve başka firmaların konut klimaları üretimine geçmesi içinse, 1920'lerin sonunu beklemek gerekecekti.

İbn-i Sina

Felsefe, matematik, astronomi, fizik, kimya, tıp ve müzik gibi bilgi ve becerinin çeşitli alanlarında seçkinleşmiş olan, İbn-i Sinâ (980-1037), matematik alanında matematiksel terimlerin tanımları; astronomi alanında ise duyarlı gözlemlerin yapılması konularıyla ilgilenmiştir. Astroloji ve simyaya itibar etmemiş, Dönüşüm Kuramı'nın doğru olup olmadığını yapmış olduğu deneylerle araştırmış ve doğru olmadığı sonucuna ulaşmıştır. İbn-i Sinâ'ya göre, her element sadece kendisine özgü niteliklere sahiptir ve dolayısıyla daha değersiz metallerden altın ve gümüş gibi daha değerli metallerin elde edilmesi mümkün değildir.
İbn-i Sinâ, mekanikle de ilgilenmiş ve bazı yönlerden Aristoteles'in hareket anlayışını eleştirmiştir. Aristoteles, cismi hareket ettiren kuvvet ile cisim arasındaki temas ortadan kalktığında, cismin hareketini sürdürmesini sağlayan etmenin ortam, yani hava olduğunu söylüyor ve havaya, biri cisme direnme ve diğeri cismi taşıma olmak üzere birbiriyle bağdaşmayacak iki görev yüklüyordu. İbn-i Sinâ, bu çelişik durumu görmüş, yapmış olduğu gözlemler sırasında hava ile rüzgârın güçlerini karşılaştırmış ve Aristoteles'in haklı olabilmesi için havanın şiddetinin rüzgârın şiddetinden daha fazla olması gerektiği sonucuna varmıştır. Oysa bir ağacın yakınından geçen bir ok, ağaca değmediği sürece, ağaçta ve yapraklarında en ufak bir kıpırdanma yaratmazken, rüzgâr, ağaçları sallamakta ve hatta kökünden kopartabilmektedir; öyleyse havanın şiddeti, cisimleri taşımaya yeterli değildir. İbn-i Sinâ, her şeyden önce bir hekimdir ve bu alandaki çalışmalarıyla tanınmıştır. Tıpla ilgili birçok eser kaleme almıştır; bunlar arasında özellikle kalp-damar sistemi ile ilgili olanlar dikkat çekmektedir. Ancak, İbn-i Sinâ dendiğinde, onun adıyla özdeşleşmiş ve Batı ülkelerinde 16. yüzyılın ve Doğu ülkelerinde ise 19. yüzyılın başlarına kadar okunmuş ve kullanılmış olan "el-Kânûn fî't-Tıb" (Tıp Kanunu) adlı eseri akla gelir. Beş kitaptan oluşan bu ansiklopedik eserin birinci kitabı, anatomi ve koruyucu hekimlik, ikinci kitabı basit ilaçlar, üçüncü kitabı patoloji, dördüncü kitabı ilaçlarla ve cerrahi yöntemlerle tedavi ve beşinci kitabı ise çeşitli ilaç terkipleriyle ilgili ayrıntılı bilgiler vermektedir. İbn-i Sinâ'nın söz konusu eseri incelendiğinde, konuları sistematik bir biçimde incelediği görülür. Tarihte ilk defa, tıp ve cerrahiyi iki ayrı disiplin olarak değerlendiren İbn-i Sinâ, cerrahi tedavinin sağlıklı olarak yürütülebilmesi için anatominin önemini özellikle vurgulamıştır. Hayati tehlikenin çok yüksek olmasından ötürü pek gözde olmayan cerrahi tedavi ile ilgili örnekler vermiş ve ameliyatlarda kullanılmak üzere bazı aletler önermiştir. Gözle de ilgilenmiş olan İbn-i Sinâ, döneminin seçkin fizikçilerinden İbn-i Heysem gibi, Göz-Işın Kuramı'nı savunmuş ve üst göz kapağının dışa dönmesi, sürekli beyaz renge veya kara bakmaktan meydana gelen kar körlüğü gibi daha önce söz konusu edilmemiş hastalıklar hakkında da ayrıntılı açıklamalarda bulunmuştur.

Johann Gregor Mendel

"Bilim adamı" deyince çoğumuzun gözünde laboratuvarda deneylerine gömülmüş, ak önlüklü, gözlüklü biri canlanır. Oysa bilimin öncüleri arasında çalışmasını kum üzerinde (Arşimet), eğik kulede (Galileo), çiftlikte (Newton), doğa araştırma gemisinde (Darwin), patent bürosunda (Einstein) yapanları biliyoruz. Bilim düşünsel bir etkinliktir; yeri laboratuvarla değil, zekâ, imgelem ve istenç gücüyle sınırlıdır. Bunun çarpıcı bir örneğini çalışmalarını aralıksız yirmi yıl manastır bahçesinde sürdüren keşiş Mendel vermiştir. Genetik biliminin kurucusu Gregor Mendel, Avusturya imparatorluğuna dahil Çekoslavakya'da yoksul bir köylü çocuğu olarak dünyaya gelir. O zaman kırsal kesimde hâlâ bir tür derebeylik düzeni egemendi. Topraksız köylüler için boğaz tokluğuna ırgatlık dışında fazla bir seçenek yoktu; tek kurtuluş yolu belki de eğitimdi.
Ne var ki, eğitim de çoğunluk ilkokulla sınırlı kalmaktaydı; daha ilerisi için halkın parasal gücü yoktu. Herkes gibi Gregor'un da doğuştan alın yazısı babası gibi rençber olmaktı. Ama hayır, bu çocuk düzenin koyduğu engeli aşacak, kendine özgü kararlılık içinde yeteneğini ortaya koyacaktı. İlkokuldaki başarısı göz kamaştırıcıydı. Öğretmenlerinin ısrarı üzerine aile, sonunda çocuğun orta öğrenimi için izin verir. Gregor, evinden uzakta altı yıl bir yurtta yetersiz bakım ve beslenme koşullarına göğüs gererek okur; ama, acısını uzun yıllar çekeceği yorgun, cılız ve sağlıksız bir bedenle mezun olur. Mendel daha öğrencilik yıllarında bilimin büyüsüne kendini kaptırmış; özellikle botanik yoğun ilgi alam olmuştu. Fakat yüksek öğrenim onun için ulaşılması güç bir hayâldi. Burs olanağı yoktu; kız kardeşinin bağışladığı çeyizi de yeterli olmaktan uzaktı. Mendel için bir tek yol vardı: Bir katolik manastırına girmek. Avusturya'da botanik müzesi, bahçe bitkileri ve zengin kitaplığıyla ünlü Brünn Manastırı Mendel için "ideal" bir öğrenim merkeziydi. Yirmibeş yaşında "papaz" unvanını alan Mendel'in asıl özlemi hiç değilse bir ortaokulda öğretmen olmak, araştırmaları için daha elverişli bir ortam bulmaktı. Bu amaçla girdiği sınavda yeterli görülmez. Üniversite öğreniminden yoksun kalmış olması önemli bir handikaptı. Genç papaz umudunu yitirmemiştir. Viyana Üniversitesi'nde dört sömestr fizik ve doğal tarih öğrenimi gördükten sonra şansını yeniden dener. Ama yine başarılı görülmez. Sınav kurulu önyargılıdır; kendine özgü değişik bir tutum sergileyen genci anlamaktan uzak kalır. Adayın özellikle evrim ve kalıtıma ilişkin görüşleri bağışlanır gibi değildi. Mendel için artık manastıra çekilip araştırmalarını bahçe bitkileri üzerinde sürdürmekten başka çare kalmamıştı. Canlılarda özelliklerin kuşaktan kuşağa geçişi, Mendel'in sürgit ilgi odağını oluşturan konuydu. Herkes yeni doğan bir yavrunun atalarının özelliklerini taşıdığını biliyordu. Dahası, kimi yavrunun daha çok anaya, kimi yavrunun da daha çok babaya çektiği gözden kaçmıyordu. Ancak bilinen bu olayların "bilimsel" diyebileceğimiz bir açıklaması yoktu ortada. Mendel bezelyeler üzerindeki deneylerine öyle bir açıklama bulmak için koyulmuştu. Çalışmasını, bu amaçla seçtiği 22 çeşit bezelyenin boylu-bodur, sarı-yeşil, yuvarlak-buruşuk,... gibi 7 çift karşıt özellikleri üzerinde yoğunlaştırır. Örneğin, boylu ve bodur çeşitlerim çapraz döllediğinde ilk kuşak melez ürünün tümüyle boylu olduğunu saptar. Melez ürünü kendi içinde dölleyerek elde ettiği ikinci kuşak ürünün büyük bir bölümünün boylu, küçük bir bölümünün ise bodur olduğu görülür (aşağıdaki şekile bakınız!). Mendel iki çeşit arasındaki oranı hesaplar: 1064 bitkinin yaklaşık 3/4'ü boylu, 1/4'ü bodurdur. Örneklem büyüklüğünden kaynaklanan olası hatayı göz önüne alan Mendel, oranı 3:1 olarak belirler (Boylu faktörü B, Bodur faktörü b ile gösterilmiştir).
Şekilde belirlenen durumun iyi anlaşılması için birkaç noktanın açıklık kazanması gerekir: (1) Döllenmede boylu ve bodur bezelyelerin hangisinin dişi, hangisinin erkek olduğu, sonucu etkilememektedir. Başka bir deyişle özelliğin belirlenmesinde boylu erkek, bodur dişi çift ile bodur erkek, boylu dişi çifti eşdeğerdir. (2) Dişi ya da erkek her canlı her özellik için biri başat, diğeri çekinik iki faktör taşır. Bezelye örneğinde, ilk kuşaktaki Bb melezinde ortaya çıkan B başattır, gizli kalan b çekiniktir. (3) Dişi ve erkekte her üreme hücresi faktörlerden yalnızca birini taşır; öyle ki, her yavru iki faktörle dünyaya gelir. Kuramın bu temel ilkesine "Mendel'in ayırım yasası" denmiştir. (4) İlk kuşaktaki melez (Bb) yavruların tümüyle boylu olması, faktörlerin döllenmede kaynaşmadığı, başat ya da çekinik her faktörün bireysel kimliğini koruduğunu gösterir. Nitekim ikinci kuşakta faktörlerin BB, Bb, bB ve bb olarak çıktığını görüyoruz. "Mendel'in bağımsız çeşitler" diye bilinen bu yasası yavruların kimi kez ana ve babaya değil, geçmişteki atalarına benzeme olayım da açıklamaktadır. Şöyle ki, kuşaktan kuşağa gizil kalan çekinik faktörlerin birbiriyle birleşip ortaya çıkma olanağı vardır. Aynı şekilde yavrunun ana babadan birine daha çok benzemesi de başat ve çekinik faktörlerle açıklanan bir olaydır (Bağımsız çeşitler yasasını kısaca şöyle dile getirebiliriz: Döllenmede iki cinsiyetin her birinden gelen tek faktörler birbiriyle bağımsız ve rastgele birleşirler). Mendel başka bitkiler üzerinde yaptığı deneylerden de aynı sonucu almıştır. Daha sonra, biyologların böcek, balık, kuş ve memeliler üzerinde yürüttükleri deneyler de onun genetik teorisini doğrulamıştır. Mendel teorisi, evrim kuramının başlangıçta açıklamasız bıraktığı kimi önemli noktalara da ışık tutmuştur. Evrimi doğal seleksiyonla açıklayan Darwin de herkes gibi ana-baba özelliklerinin yavruda bir tür kaynaştığını varsayıyordu. Oysa bu doğru olsaydı, doğal seleksiyonla üstünlük kazanan özelliklerin kuşaklar boyu zayıflama sürecine girmesi gerekirdi. Örneğin, çok hızlı koşan bireyle koşma hızı normal bireyin çiftleşmesinden doğan bireyin (yavru) koşma hızı ikisi arasında olacak, sonraki kuşaklarda fark daha da azalarak kaybolmaya yüz tutacaktır. Darwin de bunun böyle olmadığının farkındaydı. Kaynaşma varsayımı ne kimi yavruların ana babadan yalnızca birine benzemesi olayıyla, ne de ara sıra görüldüğü gibi, beklenmedik bir özellikle dünyaya gelme olayıyla bağdaşmaktaydı. Özelliklerin önceki kuşak veya kuşaklardan olduğu gibi ve ayrı birimler olarak yavruya geçtiği düşüncesi, Mendel kuramının getirdiği bir açıklamadır. Mendel, kuramını 1865'te bilim çevrelerine sunmuştu. Ancak Mendel hayatta iken ilgi çekmeyen kuramın önemi, otuz beş yıl sonra kavranır. Hugo de Vries ve Weismann gibi bilim adamlarının çalışmaları olmasaydı Mendel'in devrimsel atılımı belki de daha uzun süre gün ışığına çıkmayacaktı. Genetik teorisi, evrim kuramına yeni bir boyut kazandırmakla kalmamış, günümüzde olumlu olumsuz çokça sözü edilen "genetik mühendisliği" denen bir çalışmaya da yol açmıştır.

termostat

Termostat 1830 yılı için yeni bir sözcük ve yeni bir kavram olabilir, ama sıcaklık ayarlama aygıtı için kullanılan teknoloji yeni değildi. Termostatın mucidi Andrew Ure (İskoçya), patentinde çeşitli tipte aygıtları tanımlamıştır. İçlerinde en karmaşık olanın içerdiği bimetalik şerit (genellikle bimetalik bir disk biçiminde), bugün bile termostatların çoğunun temelini oluşturur. Bimetalik şeridin işleyişi şöyledir: Sıcaklık değiştikçe temas halindeki iki metal farklı derecelerde genleşir ya da büzülür; bunun sonucunda eğilen şerit, ayar düğmesini ya etkin ya da etkisiz hale getirir. Ure bu ilkeyi ısı denetimine uygulayan ilk kişi olabilir; ancak, bu tür aygıtların öncüsü John Harrison idi. Harrison, 1726'da ünlü kronometresinde, sıcaklıktaki değişimlerin yol açtığı hataları telafi etmek için bimetalik sarkaç kullanmıştı.
Ure'ün patentindeki fikirleri yaygınlık kazanamadı ve yaygın olarak kullanılan ilk termostat, Charles Edward Hearson'ın 1881'de patentini aldığı sıvı termostat oldu. Hearson'ın termostatı, kümes hayvanlarının kuluçka makinesinde kullanılmak için tasarlanmıştı ve gereken sıcaklıkta kaynatılmış bir sıvıyla dolu kapalı bir kaptan ibaretti;kaynar sıvı, kabı genleştirip bir kumanda kolunu harekete geçiriyordu. Aynı ilke bugün de geçerliliğini korumakla birlikte, Hearson'ın tasavvur ettiği üzere, belli bir sıcaklıkta kaynayan sıvılar yerine, artık daha kullanışlı ve çok işlevli bir yöntem olarak, kılcal bir tüp içinde sıvının genleşmesi ya da büzülmesi yeterli oluyor. Termostatın üçüncü bir tipinde de gaz ya da sıvı dolu bir körük kullanılır; bu buluşun patentini, W.M. Fulton 1903 yılında almıştır. Körük, içini dolduran sıvı ya da gazın sıcaklığı artıp azaldıkça genleşir ya da büzülür; kademeli bir sıcaklık değişimi (örneğin, bir fırına gazın akışını denetlemek yoluyla) elde etmekte kullanılabilmesi gibi bir avantajı vardır. Termostatın kullanım alanları arasında, merkezi ısıtma sistemleri, elektrikli ütüler, bulaşık makineleri, çamaşır makineleri, su ısıtıcıları, buzdolapları, dondurucular ve fırınlar sayılabilir.

karakutu'nun icadı

"Karakutu" ile aynı çağrışımı yapmasada, uçuş veri kayıt cihazlarına "turuncu kutu" demek daha doğru olurdu; ne de olsa, kolayca bulunabilmeleri amacıyla hemen göze çarpan portakal renkli kutulara yerleştiriliyorlar. Uçuş verilerini kaydetmenin bir kaza durumunda oynadığı hayati rol bugün herkesçe kabul edilse de, David Warren 1950'lerde bu fikirle ortaya çıktığında neredeyse kimseyi icadının faydasına inandıramamıştı. 1953'te Warren, Avusturalya Havacılık Araştırma Kurumu'nda uzman bilimadamı olarak, dünyanın ilk jet yolcu uçağı De Haviland Comet'in düşmesinin ardından enkaz incelemelerine katıldı; bir ticaret fuarında gördüğü küçük ses kaydediciyi hatırlayarak, uçağın düşme anında kokpitte neler olduğunu bilmenin çok işe yarayabileceğini düşündü; böylece uçaktaki aygıtların göstergeleri ile pilotun sesini kaydedebilecek bir makine yapmak için kafa yormaya başladı.
Düşüncelerinin ayrıntılı bir teklifini yazıp birkaç farklı ülkenin havacılık yetkililerine gönderdiyse de, ilgilenen kimseyi bulamadı. Ama yılmadan devam etti. Pilotun konuşmalarının yanı sıra, uçağın hız, irtifa ve yönünü kaydedebilen bir prototip yaptı; veriler bir teyp bandı yerine çelik tel üzerine kaydedildiğinden yangınlarda zarar görme olasılığıda düştü. Warren nihayet 1958'de prototipini, daha önce RAF'ın yüksek bir mevkiinde bulunmuş olan Sir Robert Hardingham'a gösterme fırsatını buldu. Sir Robert o sıralarda Avusturalya Havacılık Kurumu'nu ziyarete gelmişti. Aygıtın potansiyelini farkeden Hardingham'ın İngiltere'ye dönüşünde hareketle savunduğu fikir, Havacılık Bakanlığı'ndan onay aldı; uçuş veri kayıt cihazları daha sonra İngiltere'de zorunlu hale getirilecekti. Bekleneceği gibi, karakutuları zorunlu hale getiren ilk ülke Avusturalya oldu; 1960'ta Queensland'de meydana gelen bir uçak kazasını inceleyen yargıç, tüm uçaklarda uçuş veri kayıt cihazlarının olmasını tavsiye edecekti.

ısıya dayanıklı cam icadı

Bugün fırına dayanıklı cam tencereleri çok kanıksamış olabiliriz, ama bir zamanlar fırına cam tabak koymayı düşünmek bile ahmaklık sayılabilirdi. Hatta ısıya dayanıklı cam geliştirildikten sonra dahi, bununla yemek pişirmek öyle akıl almaz görünüyordu ki, Pyrex fırın ürünleri neredeyse kaza eseri doğabildi.
19. yüzyılın sonlarına doğru, Otto Friederich Schott, Carl Zeiss ve Ernst Abbe (Almanya) , Jena'da Glastechnische Versuchsanstalt adını verdikleri, cam ürünlerinde uzmanlaşacak bir fabrika kurdular. Fabrika yüksek kalitede mercek, mikroskop, dürbün vb. optik ürünlerle ünlendi. Daha sonra Schott ve Assoceates Jena Glassworks adını alacak ve 1919'dan itibaren de Carl Zeiss vakfının bünyesine katılacaktı. 1884 yılında bu üçlü, ana bileşenler olan boron oksit ve silisyumdan ötürü borosilikat cam olarak bilinen, ısıya ve kimyasal maddeye dayanıklı yeni bir cam çeşidi üretti.
Derken 1912'de, Corning Glass'dan J.T. Littleton, Eugene Sullivan ve William Taylor, Almanların borosilikat camını Nonex adlı ısıya dayanıklı cam olarak geliştirdiler; bu ürün önce sadece sanayi amaçlı kullanıldı. Rivayete göre bu camı fırında yemek pişirmekte kullanma düşüncesi 1913 yılında şöyle doğmuş: Corning teknisyenlerinden birinin eşi, Nonex marka bir akümülatör kavanozu içinde kek pişirmiş. Sonuç olarak firma, evlerde kullanılmak üzere ilk fırına dayanıklı camı geliştirdi. 1915'te Pyrex ticari markası ile piyasaya sürüldü. Bu ürün, yalnız camıyla değil tasarımıylada yenilikçiydi - 1937 tarihli ilk reklamında Pyrex fırın kabı şöyle tanıtılıyordu: "Bir taşla üç kuş vurmak gibi!" Bu sözlerle, kaseyle kapağının iki ayrı tabak, kapağı kapatıldığında da bir tencere gibi kullanılabileceği anlatılıyordu: "Fırın tenceresi. Çağdaş şık ve kullanışlı... Pyrex marka kaplarda yemeğinizi pişerken görebilirsiniz."

kese kağıdının icadı

Luther Childs Crowell (ABD) çocukken kağıtlara çok düşkündü; komşularının onu sık sık saatlerce oturup kağıtları farklı biçimlerde katlayarak çeşitli biçim ve tasarımlar yaparken gördükleri söylenir. Ne var ki, ilk buluşunun kağtla hiçbir ilgisi yoktu. 1862 yılında "uçuş makinası" için patent almıştı. Yine de, çocukluğundan beri tutkusu olan alana dönmesi çok sürmedi ve 1867'de bir kesekağıdının ağzını, doldururken açık tutacak, sonrada hava almayacak şekilde kapanmasını sağlayacak ince metal şeritlerin kullanımıyla ilgili patenleri aldı. ABD'deki süpermarketlerde bugün hala kullanılan kare tabanlı kesekağıtlarının patentini ise beş yıl sonra aldı. Aslında kare tabanlı kesekağıtlarını ilk akıl eden kişi Crowell değildi -bu onur 1869 yılında, "dün ya da okul çantası tabanlı kağıt torbayı" icat eden ve "kesekağıdının anası" olarak anılan Margaret Knight'a aittir. Bunun farkında olduğu, Crowell'in patent başvurusunda dile getirdiği şu sözlerden anlaşılır: "Daha önce de içi doldurulduğunda dörtgen biçimini alan kesekağıtlarının yapıldığını biliyorum; ancak, burada anlatılan yöntem, mevcutlarının içinde en basiti ve kullanışlı olanıdır." Patent bürosu başvuruyu kabul etti ve biri yöntemi için, diğeri de uzun bir kağıt tüpünden seri üretimi amacıyla kullanılacak makinesi için olmak üzere, Crowell'e iki patent verdi.

TELEVİZYON

8 Temmuz 2008 Salı

John Logie Baird bir rahatsızlık nedeni ile sağlığına iyi geleceğini düşünerek Batı Hint Adaları'na tatile gitti. 1922 yılında İngiltere'ye geri döndü. Hastings'e yerleşen Baird burada birkaç buluş denemesinde bulundu, sonuç hüsrandı. Daha sonraları aklında görüntüyü iletme düşüncesi gelişmeye başladı. Sağlık sıkıntıları devam ediyordu ve bunun üzerine para sıkıntısıda eklenmeye başladı. Alman Paul Nipkow'un buluşu olan optik bir tarayıcı diskini geliştirip, mekanik bir televizyon alıcı-vericisi geliştirdi.26 Temmuz 1923'te patent başvurusunda bulundu. 1924 yılında patent onaylandı. Aradan geçen zamanda buluşunu geliştirmek için değişik yöntemler denedi. Bisküvi kutusu, örgü şişeleri gibi değişik malzemeler kullanarak çalışan bir televizyon elde etmeyi başardı. 1926 yılında Londra'da Kraliyet Bilim Akademisi'nde ve Oxford sokağında halka buluşunu tanıttı.


Bu çalışmalar esnasında birbirlerinden habersizce elektronik televizyonlar üzerinde çalışan mucitler vardı. Görüntü Çözümleyici adı altında patenti alan Farnsworth elektronik televizyonlarda görüntü gösterimini başaran ilk kişi oldu. Günümüzde kullandığımız televizyonların temelini ise Zworykin'in icadı olan katodik ışın alıcı-vericisidir. Tüm mucitler buluşlarının sistemini daha eski buluşlara dayandırıyordu. Zworykin 1938 de bu sistemlerin patentini aldı ve çağdaş tv lerin babası oldu.



Başlangıç olarak tv yayınları iki sistem üzerinde yapılıyordu. Mekanik ve Elektronik sistemlere yayın dönüşümlü olarak BBC tarafından sağlanıyordu.Şubat 1937 itibari ile mekanik sistemlerden vazgeçilip tamamen elektronik tv sistemine geçildi.


HESAP MAKİNESİ


İskoçyalı John Napier çarpma - bölme ve toplama - çıkarma arasında bağlantılar kurdu. Kurduğu bu bağlantılar mekanik hesap yapma makinalarının temelini attı.




Uzun yıllar boyunca insanlar hesap makinasını Blaise Pascal'ın icat ettiğini düşündüler. Aslında ilk icadı onun yapmadığı, ondan 18 yıl önce hesap yapan bir saat icad eden Wilhelm Schickard'ın yaptığı ortaya çıktı. Alman tarihçi Franz Hammer tarafından bu konuda pekçok belge bulundu. Schickard'ın icadı daha önce bulunmasına karşın Pascal'ın icadından daha gelişmiş özelliklere sahipti. Toplama, çıkarma, çarpma ve bölme işlemlerini aynı anda yapabiliyordu.1957 yılında belgeler ortaya çıkarıldı ve hesap makinasının gerçek mucidi olarak Schickard tarihe adını yazdırdı..

ÇENGELLİ İĞNEYİ KİM İCAT ETTİ

Patent kayıtlarında Çengelli iğne 1849 yılında Walter Hunt adınadır. Ancak çengelli iğne aslında çok daha eski bir buluştur. Bu tarihten 2000 yıl öncesinde Romalıların yaylı bir çeşit çengelli iğne kullandıklarına dair kanıtlar var. Romalılar birçok buluşa isimlerini yazdırmışlar ancak çoğu unutulup gitmiştir, taa ki yeniçağda tekrar icat edilene dek. 1842 yılında Thomas Woodward tarafından Amerika'da farklı yapıya sahip bir çengelli iğne için patent alınmıştı. Bu iğne, sıradan bir iğnenin uc kısmına takılan metal parça ile tutturuluyordu. Ancak bu hem güvenlik hemde kullanış sorunları doğuruyordu.

FOTOKOPİ MAKİNESİNİ KİM İCAT ETTİ


Chester F. Carlson 1906 yılında doğduğunda karbon kağıdı ya da ozalit gibi çeşitli çoğaltma yöntemleri icat edilmişti. 1903'te George C. Beidler Rektigraf adlı ilk fotokopi makinesini icat etti, ama bu işlem aslında belgelerin baskısını yapmaktan ibaretti ve tutulmadı. 19038'de Carlson elektron fotoğrafçılığı adını verdiği yöntemi bulana dek belgeler elektrostatik olarak çoğaltılamıyordu.
Carlson, Amerika'da yaşanan Büyük bunalımdan sonra işini kaybedinceye dek, Bell Telephone Labratories'te araştırmacı mühendis olarak çalışıyordu. Bunun ardından, önce patent avukatlığı yaptı, sonra da New York'taki elektronik firması P.R. Mallory & Co.'nun patent departmanında işe girdi; buradayken dikkatini patent işlerini hızlandırmak için bir kopya makinesi icat etmeye yoğunlaştırdı. New York Halk Kütüphanesi'nde araştırma yaparken Paul Selenyi'nin çeşitli maddelerin elektrik iletkenliğinin ışığa bağlı olarak değiştiğine dair ilkesini keşfetti. Selenyi'nin ilkesini, kopyalamaya uyarladı ve bu değişken iletkenliği, kopya edilecek belgenin sabit bir gölgesine dönüştürmek üzerine deneyler yaptı. 8 Eylül 1938'de elektron fotoğrafçılığı için patent başvurusunu yaptı ve ertesi ay bu süreci başarıyla uygulayarak yaptığı deneyin tarihini ve yerini cam bir levhadan mumlu kağıdın üzerine geçirdi: "10-22-39 Astoria"

YARA BANDI İCADI


Dünyanın ilk yapışkanlı hazır yara bandı Johnson & Johnson'ın piyasaya sürdüğü J&J Band-Aid yapışkanlı bandajıdır; firmada çalışan Earle E. Dickinson'ın 1920'de icat ettiği bu ürün 1921'de piyasaya sürüldü. Johnson & Johnson firması, 1885'te ameliyat pansuman ürünleri üretmek üzere kurulmuştu ve 1920'den çok daha önceden beri yapışkan cerrahi bant, gazlı bez ve benzeri ürünleri üretiyordu. Ama yapışkanlı yara bandı kapsamlı bir araştırma geliştirme çalışmasının değil, karısı Josephine'in sık sık kazaya uğraması nedeniyle, Dickinson'ın pratik zekasının bir ürünü oldu.

KALP NİÇİN SEVGİ SİMGESİDİR?

Bizi bir şeyler harekete geçirdiğinde bunu kalbimizde duyumsar ve hissederiz... Bir insanı sevdiğimizde veya bir şeylere çok kızdığımızda kalbimiz son derece hızlı atmaya başlar. Ya da bir olaya heyecanlanıp, sevinç duyduğumuzda da kalp atışlarımızın sesini duyarız…




Çok eski zamanlardan beri insanlar bunu anlamış ve çarpan kalplerin hep bizi harekete geçiren olaylardan kaynaklandığı keşfetmiştir. Böylece de kalp, tarih boyunca insanlar duygusal olarak bir şeyler hissettiğinde, heyecanlandığında veya sevinç duyduğunda çarpıntıları arttığı için duygusal bir simge olarak kalmıştır.




Taş devrinde bile...

Taş devrinde bile kalp insanlar için ayrı bir anlama geliyordu. O dönemlerde yaşadıkları mağaralarda hayvanlar üzerine kalp resimleri çizmişler... Hem taş devri sonrasındaki birçok millet ve kültürde de kalp vücuttaki duyguların ifadesi olarak önemli bir yere sahipti. Hatta öyle ki kalp beyinden bile önemliydi.




Mısırda...
Hepinizin bildiği gibi Mısırlılar döneminde ölenleri mumyalayıp Piramitlere gömüyorlardı. İşte o dönemlerde ölünün kalbi tek organ olarak mumyalanırdı ve böylece de ebediyet kazanılırdı. Ancak ölünün beyni ise çöpe atılırdı.




Ortaçağda...
800 yıl kadar önce birçok şarkıda kalp sözü geçmeye, şiirlerde ise kalp üzerine yorumlar yapılmaya, kalp ve acı gibi anlamlara yer verilmeye başlanmış. Kalp birçok hikâyede yer almış... Çok eski zamanlardan beri kalp günümüze kadar bir sevgi ifadesi olarak gelmiştir.




Kalp resimleri...
Bazen birçok şey ifade etmek için tek bir resim, tek bir çizim yeterli olabilir. İşte kırmızı kalp böyle bir simgedir.
Bazen bir insanı çok sevdiğimizi söylemek istediğimizde ve sözcükler yetersiz kaldığında ki bu insan annemiz, babamız, kardeşimiz, bir dostumuz veya eşimiz olabilir tek bir kalp çizmek duygularımızı ifade etmek için yeterlidir. Herkes bilir ki böyle çizilmiş bir kalp önemli bir mesaj anlamına gelir... Sevgi!

KAĞIT İCADI

Lidyalılar zamanında icat edilen para, ister madeni İster banknot olsun, İnsan hayatına damgasını vuran en önemli sembollerden biri.




Para kağıt icat edilmeden önce, deniz kabuğundan kıymetlii metallere kadar çeşitli mallar değişim aracı olarak kullanıldı. Tarihteki ilk madeni para basımı I.Ö. VII. yy' da Anadolu' da Lidyalılar tarafından gerçekleştirildi. Dünyanın ilk büyük darphanesi Fatih Sultan Mehmet tarafından İstanbul Simkeşhane' de kuruldu. M.Ö. 118 yılında deri para kullanan Çinliler, İv 806 yılında da ilk kağıt icat parayı yaptılar Batıda kağıt paraların basılması ve kullanılması 17. yy sonlarına rastlıyor. İlk kağıt icat para'nın 1690' lı yıllarda ABD ve İngiltere hükümetleri tarafından basıldığı ve dolaşıma çıkarıldığı, 1694 yılında İngiliz Merkez Bankası ve diğer ülke merkez bankalarının kurulması ile de yaygınlaştığı biliniyor. Osmanlı İmparatorluğunda ilk i kağıt paralar idari, sosyal ve yasal reformların gündeme geldiği Tanzimat Döneminde tedavüle çıkarıldı. İlk Osmanlı Banknotları Abdülmecit tarafından 1840 yılında "Kaime-i Nakdıye-i Mutebere" adıyla, bugünkü dille "Para Yerine Geçen Kağıt", bir anlamda para olmaktan çok faiz getirili borç senedi veya hazine bonosu niteliğinde düzenlendi. Matbaada basılmayan ve elle yapılan bu paraların her birine resmi mühür vurulurdu Osmanlı Yönetimi, 1842 yılından itibaren de matbaada para basmaya başladı. Birinci Dünya Savaşı sırasında da 1915 yılından itibaren altın ve Alman hazine bonolarını karşılık göstererek dört yıl boyunca , yedi tertipte toplam 160 milyon liranın üzerinde banknot çıkarttı Bu banknotlar "evrak-ı nakdiye" adı altında Türkiye Cumhuriyeti' ne intikal etti ve Cumhuriyetin ilk yıllarında kağıt para bastırılma-dığından 1927 yılının sonuna kadar tedavülde kaldı.

GÜNEŞ'İN SICAKLIĞI



Güneş, Güneş Sistemi'ndeki en büyük gök cismidir. Çok sıcak ve yanmakta olan bazı gazlardan oluşur. Bu nedenle, yüzeyinde her saniyede milyonlarca atom bombası patlamasına eşit güçte patlamalar olur. Bu patlamalarda boyu Dünyamız'ın büyüklüğünün 40-50 katı olan alevler fışkırır.



Ateşten bir topa benzeyen Güneş, yüzeyinden çok büyük bir ısı ve ışık yayar. Eğer, Güneş olmasaydı, her zaman gece olurdu ve her yer buzla kaplı olurdu. En önemlisi daha önce söylemiştik ya! Dünya'da yaşam yani biz olamazdık.



Güneş'in sıcaklığı derece 6000 dış yüzeyinde, içindeki sıcaklık ise 12 milyon derecedir. Çünkü, uzay (uzay filmlerinden de hatırlarsınız) karanlık bir yerdir. Dünyamız da bu karanlık yerdeki bir gök cismidir. Bu karanlık yerin içinde Dünyamız'ı Güneş'ten başka aydınlatabilecek ve ısıtabilecek bir gök cismi yoktur.



Ancak, Güneş'ten yayılan ışık çok parlaktır. Havanın açık olduğu bir günde Güneş'e bakmayı denemişsinizdir. Hatırlayın bakalım. Birkaç saniye bakınca gözleriniz kamaşmıştı, değil mi? Aslında, Güneş'e bu parlak ışık nedeniyle doğrudan bakmak çok tehlikelidir. Gözlerimize bu parlak ışık zarar verebilir. Ayrıca, yazın uzun süre Güneş'te kalmak da tehlikelidir. Hatta, cildimizde uzun bir tedaviyi gerektirecek çok ciddi yanıklar oluşabilir. Çünkü, Güneş'ten yayılan ısı özellikle yazın çok yüksek olur. Oysa Güneş, Dünya'ya milyonlarca kilometre uzaktadır ve uzaya yaydığı ısının sadece binde ikisi Dünyamız'a ulaşır.






Peki Güneş'ten çok uzakta olmasına rağmen, Dünyamız'da sıcaklık bu kadar yükselebiliyorsa, acaba Güneş'in üzerindeki sıcaklık ne kadardır?


Bilim adamları, bu konuda yaklaşık sayılar verebilirler. Ama bu sıcaklığı, bildiğimiz herhangi bir şeyin sıcaklığıyla karşılaştırarak anlamak mümkün değildir. Bir düşünün! Güneş'in sıcaklığı derece 6 bin yüzeyinde olduğunu, içinde ise sıcaklığın 12 milyon dereceye kadar yükseldiğini... Bunu bildiğimiz neyle karşılaştırabiliriz ki? Elimizle sıcak suya temas ettiğimizde 50 dereceden fazlasına dayanamayız. En sıcak yaz günlerinde bile hava en fazla 40-50 derece civarındadır. Bu örnekten de anlıyoruz ki, Allah Dünya ile Güneş'in uzaklığını en uygun olacak şekilde yaratmıştır. Güneş bize biraz daha yakın olsaydı, Dünya üzerindeki herşey sıcaktan kavrulur kül olurdu. Ancak, biraz daha uzakta olsaydı, bu sefer de herşey buz tutardı. Tabi ki her iki şekilde de yaşam mümkün olmazdı.



Güneşimiz eğer bizim Dünyamız'a gereğinden fazla yakın olşaydı, Dünyamız bayağı ter dökerdi hatta erirdi. Tüm bu hassas dengeler Allah'ın kontrolündedir.



Aslında, benzer şekilde Güneş'in ısısını daha az alan kutup bölgeleri devamlı bir buz tabakası ile kaplı; daha çok alan Ekvator bölgeleri ise devamlı sıcaktır. Allah, bu bölgeleri bizlere örnek olsun diye yaratmıştır. Diğer yerler ise canlıların yaşamına en uygun şartlarda yaratılmıştır. Bu Allah'ın bize olan şefkatini gösterir. Çünkü, Allah Güneş ile Dünya arasındaki uzaklığı şu anki gibi en uygun şekilde yaratmasaydı, Dünya'daki yaşam çok daha zor olurdu. Hatta olmayabilirdi.

DÜNYANIN EN BÜYÜK ELMAS'I

Topkapı Müzesi'ndeki ünlü "Kaşıkçı Elması" adını nasıl almış? Bu elmas Osmanlı Hazinesi'ne nasıl girmiş? Elmas kaç karattır? Dünyanın tanınmış elmasları arasında yeri nedir?



Topkapı müzesindeki ünlü elmasa neden "kaşıkçı elması" denildiği hakkında muhtelif hikayeler varsa da, kanımca bunların doğru olanı, elmasın kesiminin oval olması ve dolayısıyla da kaşığa benzemesindendir. Elmasın Osmanlı Sarayı'na nasıl girdiği hakkındaki bilgi de, rivayetten öte değildir. Son yıllarda yeni tartışılmaya başlanan ve doğru olması en muhtemel rivayet şöyledir: 1774 yılında Pigot adında bir Fransız subayı, bu elması Hindistan'ın Madaras Mihracesi'nden satın alıp Fransa'ya götürür. Bir zaman sonra tekrar satılığa çıkartılan elması Napolyon'un annesi satın alır ve uzun süre göğsünde taşır. Ne var ki, Napolyon sürgüne gönderildiği zaman, oğlunu kurtarabilmek için, annesi de elması mecburen satılığa çıkartır. İşte o sırada, Fransa'da bulunan Tepedelenli Ali Paşa'nın bir adamı, paşa adına 150 bin altın ödeyerek elması satın alır ve paşaya getirir.


Sultan 2'nci Mahmud zamanında, Tepedelenli Ali paşa, devlete karşı ayaklandığı gerekçesiyle öldürülür, paşanın varlıklarına el konulur ve nesi var nesi yoksa Osmanlı Hazinesi'ne gönderilir. Böylelikle, Napolyon'un annesinden satın alınan "Kaşıkçı Elması" hazineye girmiş olur.



Kaşıkçı elması'nın çevresini iki sıra 49 adet pırlanta kuşatmaktadır. Bu haliyle elmas, yıldızların ortasında pırıl pırıl parlayıp gökyüzünü aydınlatan bir dolunayı andırır. Pırlantaların, elmasa ışık ve güzellik vermesi için sonradan, 2'nci Mahmud tarafından dizdirildiği sanılmaktadır.



Kaşıkçı elması 86 karattır ve dünya'nın tanınmış 22 elması arasındadır. Dünyanın en büyük elması olarak bilinen 191 karatlık Işık Dağı ya da Kuh-i Nur adıyla tanınan elmas Hindistan'da bulunmuştur ve bugün, İngiltere Krallık Hazinesi'ndedir. Adı Farsçada Işık Denizi anlamında olan, uçuk pembe renkli, yassı bir taş olan Derya-i Nur elması ise, yaklaşık 185 kırat ağırlığındadır ve bugün İran Milli Bankası'nda saklanmaktadır. Bunlara ilaveten, 1853 yılında Brezilya'da bulunan ve Güney Yıldızı adıyla tanınan 128 karatlık elmasla, Büyük Moğol Elması ve bizdeki 86 karatlık Kaşıkçı Elması, dünyanın en büyük elması ve en değerli 22 elmasın arasında bulunmaktadır.

GÖKYÜZÜ NEDEN MAVİDİR

Gökyüzünün mavi görünmesinin (dikkat! olmasının değil görünmesinin! çünkü normalde atmosferimiz daha doğrusu hava renksiz bir gazdır!) tek sebebi kırılma hadisesidir.



Güneş ışınları atmosfere girdiğinde atmosferdeki gaz moleküllerine ve toz parçacıklarına çarparak saçılır. Gün ışığı değişik dalga boylu birçok ışından oluşur. En kısa dalga boylu mavi ışınlar atmosferin üst tabakalarındaki küçük parçacılar tarafından hemen saçılırlar. Fakat kırmızı ışık (ki en büyük dalga boylu ışıktır!) saçılmak için daha büyük parçacıklara çarpmak zorundadır.



Gökyüzü açık olduğunda, mavi ışık diğer ışıklara oranla en fazla saçılan ışıktır. Bu yüzden de gökyüzü mavi görünür. Mesela gökyüzü yoğun bulutlarla veya dumanla dolu olduğunda, tüm ışınlar nerede ise aynı oranda saçılır. Bu da gökyüzünün gri renkte görünmesine sebep olur.



Gün batımında veya doğumunda ise güneş ışınları atmosfere eğik girdikleri için daha fazla yol katetmek zorunda kalırlar. Bu yüzden daha çok ışın ve renk saçılır ve o posterlere konu olan, şahane gün doğumu ve batımını gözlemleyebiliriz. Çok az saçılmış olan kırmızı ışık ise güneşe ve ufuğa kızıl veya portakal görüntü verir.

İLK TEKNOLOJİ İCATÇILARI

Pusulayı kim icat etti? Pusulayı MS 100 yılında Çinliler icat etti. Manyetik bir ortamda serbest bırakılan bir objenin kuzeye yöneleceği prensibinden hareketle pusulanın keşfi gerçekleşti.




Telgraf: William Cooke ve Charles Wheatstone adlı iki İngiliz1837 yılında , teller üzerinden elektrik akımı göndererek mesaj iletmeyi başardılar. Böylece ilk elektrikli telgraf makinesı ortaya çıktı. Elektrik akımı, alıcı cihazın kadranındaki bir dizi iğneyi hareket ettirerek ulaştırılacak mesajın ekranda belirmesine yardımcı oluyordu.



Mors Alfabesi: 1843’ te Samuel Morse, telgraf mesajlarında nokta ve çizgilerden oluşan ünlü Mors Alfabesi’ ni geliştirdi. Morse, Baltimore’ den Washington’ a uzanan 60 km’ lik bir telgraf hattı kurarak, hattı başkanlık seçimleriyle ilgili haberleri iletmek için kullandı.



Pusulayı kim icat etti? Pusulayı MS 100 yılında Çinliler icat etti. Manyetik bir ortamda serbest bırakılan bir objenin kuzeye yöneleceği prensibinden hareketle pusulanın keşfi gerçekleşti.

EN HIZLI KOŞAN KUŞ


Devekuşları dünyadaki en büyük kuşlardır. Boyları bizim boyumuzdan daha uzundur. Bir devekuşu yaklaşık 2,5 metre uzunluğunda ve ortalama 120 kilo ağırlığındadır.Orta Afrika'da gruplar halinde yaşayan bu kuşlar uçma kabiliyetine sahip değildirler. Ama Allah onlara düşmanlarından kaçmaları için başka bir özellik vermiştir. Uzun bacaklarıyla çok hızlı koşarlar, o kadar hızlıdırlar ki, hiçbir insan koşarak onlara yetişemez. Devekuşu hayvanlar alemindeki en hızlı koşan kuş ve 1 saatte yaklaşık olarak 70 kilometrelik bir hıza ulaşabilmektedir. Ve şimdi size çok ilginç bir şey söyleyelim: Devekuşunun her bir ayağında sadece iki parmağı vardır, biliyor musunuz? Üstelik bu parmakların biri diğerinden çok daha büyüktür. Ve devekuşları yalnızca bu büyük parmaklarının üzerinde koşarlar.
Ayrıca, en hızlı koşan kuş devekuşları hızlı koşmalarını sağlayan uzun bacakları sayesinde usta bir dövüşçüdürler. Ayaklarıyla tekme atarlar ve pençeleriyle düşmanlarına karşı rahatça kendilerini savunurlar.
Dünyanın bu en büyük kuşunun yumurtası da kuş yumurtalarının en büyük olanıdır. Bu dev yumurtalar için kumda geniş bir çukur kazar ve buraya tüm yumurtaları yerleştirirler. Fakat 10-12 tane yumurtladıklarında çukurun büyüklüğünü de ona göre ayarlamaları gerekir. Eğer devekuşu, çukuru, kumda değil de toprakta açsaydı, bu çok zaman alırdı ve kuşun çok fazla enerji harcamasına sebep olurdu. Gerçekten de kumun taşınması, toprağa göre daha kolaydır. Kumu elinizle bile eşeleyebilirsiniz, fakat toprak için en azından bir kürek gereklidir. İşte bu nedenle, Allah'ın ilhamıyla hareket eden devekuşları kazmak için toprağı değil de en az emek harcadıkları kumu tercih ederler. Sonra da yumurtaların üzerini kolayca yine kumla örterler.
En hızlı koşan kuş devekuşları hakkındaki bir diğer ilginç bilgi de sürüdeki bütün yumurtaların bakımını tek bir dişinin üstlenmesidir. Ancak yuva belli sayıda yavruyu barındırabildiği için bu dişi önceliği kendi yumurtalarına verecektir. Devekuşları kendi yumurtalarını kabukların üzerindeki hava delikleri sayesinde ayırt ederler.
Yumurtadan çıkan yavrular savunmasızdır. Her an yırtıcı bir kuşa yem olabilirler. Ancak, yavrular bir tehlike ile karşılaştıklarında kendilerini korumak için yere yamyassı serilerek ölü taklidi yaparlar. Bu şekilde, düşmanları onların ölü olduğunu düşünerek onlara saldırmaz. Bu taklidi bütün yavrular aynı şekilde uygular.
Daha dünyaya yeni gelen bir kuşun bunu akletmesi veya öğrenmesi imkansızdır! Peki, o zaman nasıl olur da bir kuş doğar doğmaz adeta bir tiyatrocu gibi böyle bir rol yapma yeteneğine sahip olabilir? Cevap çok açıktır. Allah, "Rab" yani eğiten, öğreten sıfatıyla başka hiçbir savunmaları olmayan bu yavrucaklara böyle etkili bir korunma tekniğini öğretmiştir.

İLGİNÇ BİLGİLER

Dünya'ya en yakın yıldız güneş'tir.


Günışığından daha fazla yararlanmak için saat uygulamasını Benjamin Franklin başlatmıştır.


Bir okyanusun en derin yerinde, demir bir topun dibe çökmesi bir saatten uzun sürer.


Bugüne kadar ölçülmüş en büyük buz dağı, 200 mil uzunluğunda ve 60 mil genişliğindedir ve Belçika'dan daha büyük bir yüzölçümüne sahiptir.


Bugüne kadar kaydedilmiş en büyük dalga, 1971 yılında Japonya'nın ishigaki Adası'nda 85 metre yüksekliğine ulaşmıştır.


Acık bir gecede, çıplak gözle iki bin ayrı yıldızı görmek mümkündür.


Sahra çölündeki Tidikelt kasabasına on yıl boyunca hiç yağmur yağmamıştır.


Başkan John F. Kennedy, yirmi dakikada dört gazete okuyabilirdi.


Mumyaların ayak parmakları tek tek sarılarak mumyalanmıştır.


Dünyadaki ilk telefon rehberinde sadece elli isim yer almıştı.1878 yılının şubat ayında Connecticut New Haven'da yayımlanmıştı.


Yataktan düşerek ölme olasılığı iki milyonda birdir.


Ünlü çizgi film kahramanı Temel Reis, 1919 yılında Elzie Crisler Segar tarafından yaratıldı.


İlk çamaşır makinesi 1907 yılında Hurley Machine Co. tarafından pazarlandı.

BUNLARI BİLİYORMUYDUNUZ?

Kendi dirseğini yalamanın imkansız olduğunu

Ördeğin vakvaklamasının yankı yaratmadığını ve bunu kimsenin açıklayamadığını

Dünyadaki fotokopi makinelerinde meydana gelen arızaların %23 ünün, makinenin üstüne oturup kendi popolarının fotokopisini çekmek isteyen insanlar sayesinde meydana geldiğini

Yaşamın boyunca uyku sırasında yaklaşık 70 böcek ve 10 örümcek yiyeceğini (Mmmmh!!:)

İdrarın zifiri karanlıkta parladığını

Eğer çok şiddetli hapşırırsan, kaburgalarından birini kırabileceğini

Hapşırmayı engellemeye calışırsan, başındaki veya boynundaki damarlardan birinin yırtılabileceğini ve ölebileceğini

Hapşırdığın sırada gözlerini açık tutmaya çalışırsan, yerlerinden fırlayabileceklerini

Domuzların vücut yapılarından dolayı hiçbir zaman başlarını yukarı kaldırıp gökyüzüne bakamadıklarını

Dünya nüfusunun %50 sinin hiç telefonla konuşmadığını

Farelerin ve atların kusamadıklarını

1 saat süreyle kulaklıkla birşey dinlemenin kulaktaki bakteri sayısını %700 arttırdığını

Çakmağın kibritten önce bulunduğunu

Parmak izleri gibi dil izlerinin de her insan için benzersiz olduğunu

Bu yazıyı okuyan insanların %75 inden fazlasının, dirseklerini yalamaya çalışacaklarını Biliyormuydunuz? :)

BU SORULARA CEVAP VEREBİLİRMİSİNİZ?

7 Nisan 2008 Pazartesi

* Bir otobüse kaç tane golf topu sığar?
* Seattle’daki tüm camları kaça temizlersiniz?
* ’Veritabanı’ kavramını 8 yaşındaki yeğeninize 3cümleyle anlatın.
* Akreple yelkovan günde kaç kere üst üste gelir?
* Bir ülkede aileler sadece erkek çocuk sahibi olmak istiyor. Kızları olursa çocuk yapmaya devam ediyorlar.Erkek olursa çocuk yapmayı bırakıyorlar. Ülkede erkeklerin kızlara oranı nedir?
* Saatinize baktınız ve 15:15 olduğunu gördünüz.Yelkovan ile akrep arasındaki açı kaçtır?
* Eşit boyda 8 topunuz var ancak bir tanesidiğerlerinden daha ağır. Bir terazi ve 2 kez tartmahakkıyla ağır olanı nasıl bulursunuz?
Son sorunun yanıtı:Sekiz toptan ikisini ayırarak, diğerlerini üçerli ikigrup halinde tartıya koyarız. Eğer terazi dengedekalırsa, ağır olan ayırdığımız iki topun arasındademektir. Bu iki topu tartarak ağır olanı bulabiliriz.Ancak üçerli olarak tarttığımızda terazinin dengesibozuluyorsa, bu kez terazinin yukarda kalan kefesiniboşaltıp, ağır gelen taraftaki toplardan birini dışarıçıkartırız. Kalan iki topu da karşılıklı olaraktartarız. Denge bozulursa ağır olan topu bulmuşoluruz. Ancak iki top da eşit ağırlıktaysa aradığımızdışarı çıkardığımız son toptur.

İLGİNÇ GERÇEKLER

- Bal bozulmayan tek gidadir.
- Ördegin sesi yanki yapmaz.
- Denizyildizlarinin beyni yoktur.
- Üzüm mikrodalga firinda patlar.
- Insan yilda en az bin 460 rüya görür.
- Içtigimiz sular 3 milyar yasindadir.
- Karinca iki hafta su altinda yasayabilir.
- Insan kalbi dakikada 60-80 defa çarpar.
- "Pi" sayisinin bir milyarinci rakami 9'dur.
- Dünyada insanlardan daha çok tavuk var.
- Insanin kalça kemigi betondan daha saglamdir.
- Türkiye'de Mehmet adinda 1 milyon 229 kisi var
.- Sabahlari elma kahveden daha fazla uykunuzu açar.
- Yerçekimsiz ortamda mum alevi küre seklinde olur.
- Otomobil sayisi insan sayisindan 3 kat daha hizli artiyor.
- Dogum gününüzü en az 9 milyon kisiyle paylasiyorsunuz.
- Bir bardak sicak su, buzdolabinda soguk sudan daha çabuk donar.
- Dünyada bir yilda gerçek paradan daha fazla Monopol parasi basiliyor.
- Eksi 90 derecede nefesimiz, havanin ortasinda donar ve düser.
- Vücudumuzdaki tüm damarlari uç uca ekleseniz 19 bin 200 kilometre eder.
- Çin'de Ingilizce konusan kisi sayisi Amerika'dan daha fazladir.
- Elma, sogan ve patatesin tadi aynidir. Fark sadece tamamen kokularindan kaynaklanir. Aslinda hepsi tatlidir.
"ABD'DE BIRÇOK OTELDE 13. KATTA ODA BULUNMAZ"- 13 rakaminin ugursuz olarak bilinmesi nedeniyle ABD'de birçok otelde 13.katta oda bulunmaz.
- En uzun boylu insan 1940 yilinda ölen 2.72 metre boyunda ABD'li R.P.Wadlow olmustur.
- Kibrit kutusu büyüklügündeki altin külçesi yufka gibi açilarak bir teniskortu büyüklügüne kadar yirtilmadan uzatilabilir.
- Insan daha çok oksijen alabilmek ve vücudundaki karbon gazini bosaltmakiçin esner.
- Insan bir günde 28-33 bin litre hava, 500-700 litre oksijen, 2 kilogramyiyecek tüketir.
- Dünyanin en hizli kusu bogazli kirlangiçtir. 3 saniye süreyle saatte 128km. sürate ulasmistir.
- Ünlü basketbolcu Michael Jordan bir yilda Nike'tan Nike'in Malezyafabrikasi personelinin hepsinden fazla para kazaniyor.
- ABD, Ohio'da lisans olmadan fare yakalamak yasaktir.
- Eger ayni zamanda aksirir, hiçkirir ve gaz çikarirsaniz, patlarsiniz.
- Asik oldugumuzda beynimiz "phenylethylamine" üretir. Bu kalp atisinizihizlandirir ve sizi mutlu yapar. Bu kimyasal madde çikolatada da vardir.
- Uzayda yerçekimi olmadigi için astronotlar aglayamaz. Çünkü gözyasiasagi düsmez.
- Birinci Dünya Savasi'nda Fransa ülkedeki tüm taksileri devraldi veaskerler cepheye bu taksilerle tasindi.
- 1994 Dünya Kupasi'nda, Bulgaristan futbol takiminin 11 oyuncusununhepsinin isminin sonu "OV" ile bitiyordu.
- Sivrisinek kovucu spreyler sinekleri kovmaz, sizi gizler. Sivrisineginalicilarini bloke ederek sizin orada oldugunuzu anlamalarini engeller.
- Kahve sarhos bir insanin ayilmasina yardimci olmaz. Hatta çogu zamanalkolün etkisinin artmasina yol açar.
- Kereviz yerken harcanan kalori, kerevizin içindeki kaloriden daha fazladir.
- Bir pire, kendi büyüklügünün 150 kat yüksekligine ziplayabilir. Bu oranitutturmak için insanin yaklasik 30 metre ziplamasi gereklidir.
- Klinik ölüm sonrasi insan 5 dakika içinde hayata geri getirilebilir. 5dakika sonra beyin hücreleri ölmeye baslar, ama yine de bu süreyi 5 dakikadaha uzatmak mümkündür.
- Insan uzun süre bir böbrek ve bir akcigerle, midesiz, dalaksizyasayabilir, ama karacigersiz bir dakika bile yasayamaz.
- Bir kilo limonda bir kilo çilekten daha fazla seker vardir

HER KİTAP DÜNYAYI AYDINLATIR

Sürekli ögrenme istegi nedeniyle kitap okumaktangözleri kör olan bir alimin makalesidir. Cemil Meriçi ve düsüncelerini daha yakindan taniyacaksiniz.
"Her toplum bir kitaba dayanir: Ramayana, NesidelerNesidesi veya Kur''''an. Senin kitabin hangisi?" Dostoyevski, "Avrupa''''yi kendimizden çok, daha iyitaniyoruz" , diyor. Biz ne kendimizi taniyoruz, neAvrupa''''yi. Tarihimiz mührü sökülmemis bir hazine.Sosyologlarimiz bir Kizilderili köyünü kesfe gidergibi, alan çalismalarina koyuluyorlar. Avrupa''''yi,Avrupa''''nin istedigi kadar taniyoruz.Ne var ki ihtiyar Bati da hafizasini kaybetmisebenziyor. UNESCO kitap yilinda, kitap için yazilmis engüzel eseri hatirlayamadi: "Susam ve Zambaklar"."Susam ve Zambaklar" Ruskin''''in en çok sevilen, ençok okunan kitabi. Söyle diyor Ruskin: "Kendimize dostseçecegiz. En iyilerini seçmek istiyoruz, ama neredebulacagiz o dostlari? Kaç kisiyi taniyoruz? Heristedigimizle tanisabilir miyiz? Talihimiz yâr olursa,uzaktan görebiliriz büyük bir sairi, sesiniduyabilirsek ne devlet... Bir bakanin odasinda ondakika kalmak, bir kraliçenin bakislarini bir saniyeüzerimize çekmek, ümit edecegimiz bahtiyarliklarin enbüyügü. Ama hep buna benzer mesut tesadüflerpesindeyizdir. Yillarimizi, duygularimizi,kabiliyetlerimizi harcariz bu ugurda. Sayisizzilletlere katlaniriz. Bize her an kollarini açan birdostlar toplulugundan habersiz yasariz. Içlerindehükümdarlar da vardir, devlet adamlari da. Günlercesikâyet etmeden iltifatlarimizi beklerler. Agizaçmalarina izin vermeyiz. Filhakika seçishürriyetimizin hudutsuz oldugu tek dünya: kitaplardünyasi."Ruskin kitaplari ikiye ayirir: Geçici olanlar, kaliciolanlar. Geçiciler faydali veya tatli birer konusma:Seyahatnameler, hatiralar. Bunlar kitaptan çok birnevi mektup, bir nevi gazete. Kalici kitap, sohbetdegil, yazidir. Birkaç sayfaya sigdirilmak istenenbütün bir hayat. Ebediyete yollanan mesaj. Kimseninsöylemedigi ve söyleyemeyecegi gerçek. Yazar, o birkaçsayfayi kaleme almak Için gelmistir dünyaya. Mümkünolsa tasa kazir fikirlerini.Kütüphane, bütün çaglarin, bütün ülkelerin Ölümsüzleriile dolu. Bu ulular bezmine kabul edilmenin tek sarti,liyakat. Mabede bayagilar giremez. Diriler naziktir,ölümsüzler titiz. Gerçekten severseniz konusurlarsizinle. Bir kitabi okurken "ne güzel kitap" deriz,"yazar da tipki benim gibi düsünmüs". Yanlis, söyledememiz gerekirdi: "bunu daha önce hiç düsünmemistimama, galiba dogru." Yahut, "belki simdi anlayamiyorum,birkaç gün sonra anlarim." Önce teslimiyet, anlamakcehdi. Sonra hüküm. Yazarin gerçekten degeri varsa,düsüncesini, bir hamlede kavrayamazsiniz. Söylemekistediklerini bütünü ile söyleyemez yazar, söylemek deistemez. Gizler, istiarelere basvurur.Güzel sabahlari kucaklayan sis gibi güzel eserlerisaran bu sis de tabiî. Düsünceye cazip ve parlak birbiçim vermek küçültür düsünceyi. Büyük yazar içindengelen sesi oldugu gibi haykirandir. Kelimelerikullanirken avamin hosuna gidip gitmeyeceginidüsünmez. Derin bir düsünceyi anlamak, o düsünceyikavradigimiz anda derin bir düsünceye sahip olmaktir.Kendi içine, kendi kalbine inmektir. Nesneleribulutlar arkasindan görürüz. Düsünmek bu sisleriyirtarak aydinliga varmaktir. Yazar düsüncesini yardim olsun diye sunmaz. Birmükâfattir bu. Lâyik misiniz, degil misiniz? Anlamakister. Tabiat da Öyle degil mi? Altin neden topraginderinliklerinde? Okurken arastirmaya çikacaginizmaden: yazarin düsüncesi veya niyeti. Araçlariniz:zekâ ve bilgi. Kayayi kiracak, madeni eriteceksiniz,önce kelimeyi fethedeceksiniz, sonra heceleri,harfleri.Bir aydin yabanci dil bilmese de olur, çok kitapokumasina da ihtiyaç yok. Yeter ki ana dilinigerçekten bilsin. Kelimeleri secereleriyle tanisin.Asil olanlari âdilerinden ayirsin. Karanlik kelimelervardir, anlar gibi vizildayan kelimeler. Tasidiklarihiçbir düsünce yoktur, kimse tarafindan anlasilmazlar.Ama yine de herkesin agzindadirlar. Onlar içinyasanir, onlar için Ölünür: Hayalimizin renginebürünürler. Göremeyiz onlari, pusudadirlar. Ve biratilista parçalar bizi. Dilimizin her kelimesi baskabir dilden gelmistir. Nice ülkeler dolasmistir bizegelinceye kadar. Ciddi olarak okumak isteyen Yunanalfabesini ögrenmeli (Ruskin Ingilizlere söylüyorbunu). Her dilden lügatlar bulunmali kütüphanenizde.Okudugunuz metinde hiçbir karanlik kelime kalmamali.Büyükler, bayagilari meclislerine kabul etmez. Bayagi,hissetmeyendir. Sevmeyen, sezmeyen, anlamayandir. Akildogruyu gösterir; iyi ile kötüyü ayiran: gönül. Büyükölülerin dostluguna, iyi ile kötüyü birbirindenayirmak için de kosmaliyiz. Gerçek bilgi, disiplinlive denenmis bir bilgidir. Gerçek heyecan imtihandangeçmis bir heyecan. Ilk coskunluklar bostur,aldaticidir. Kapildiniz mi uzaklara sürükler sizi.Duygunun asaleti, kuvvet ve isabetindedir. Açilmasiyasak bir kapiyi zorlayan çocugun, efendisininesyalarini karistiran usagin tecessüsü, terbiyesiz birtecessüs. Insanligin bilgi susuzlugunu gidermeyeçalisan tecessüs, asil. Bizi bir dedikodununteferruatina zincirleyen alâka, serseri bir alâka; cançekisen bir toplumun acilarina ortak eden alâka,insanca.Ingiliz hodgâmdir, heyecansizdir. Bir millet degil,bir yigin. Yigini kolayca kandirabilirsiniz, duygularihiçbir temele dayanmaz. Yigin düsünmez, mâruz kalir.Nezleye yakalanir gibi tutulur bir fikre. Atesiyükselince arslanlasir, nöbet geçince her mukaddesiunutuverir. Büyük bir milletin duygulari ölçülü,düzenli, devamlidir.Okumaktan hangi hakla sözediyoruz? Okuma terbiyesindenÖnce, çok daha mühim, çok daha âcil disiplinleremuhtaciz. Böyle bir ruh haleti içindeki insanlarnasil, neyi okuyabilirler? Büyük bir yazarin teksatirini anlamalari imkânsiz.Kendini yigin hâline getiren bir millet payidarolamaz. Tek kaygisi para olan bir yigin yasayamaz.Düsünceyi küçümsüyoruz. Kitaba harcadigimiz parayi,atlar için harcadigimizla kiyaslarsak, yerin dibinegirmemiz gerekmez mi? Kitap sevene, kitap delisidiyoruz. Kimseye at delisi dedigimiz yok. Kitapyüzünden sefalete düsen görülmemis. At ugrunda iflaseden edene. Ingiliz milletinin içkiye verdigi para,kitaba verdiginin kaç misli, hiç düsündünüz mü? Engüzel kitap bir kalkan baligi fiyatina. Alan nerede?Umumi kütüphaneler resmî ziyafetler kadar pahaliya malolsa idi hükümetimizin daha çok iltifatina mazharolurdu süphesiz. Kitaplar bileziklerin onda biri kadaretse beyefendilerimizle hanimefendilerimiz arada birokumak hevesine kapilirdi belki. Birçoklari kitabiucuz oldugu için almaz. Düsünmez ki kitabin tek degeriokunmasindadir. Bir degil birçok defalar okunmasinda,çizilmesinde, taninmasinda.Felaketimizin kaynagi kültür yoklugu. Bizi helak edenne ahlâksizlik, ne bencillik, ne kafamizin agirislemesi. Bir ögrenci kayitsizligi içindeyiz. Hocatanimadigimiz için yardim görmemize imkân yok.Hayati anlamadan geçip gidiyoruz. Olgunlasmak kalbindaha hassas, kanin daha sicak, zekânin daha islek,ruhun daha huzurlu olmasi demek. Içlerinde böyle bircanlilik, böyle bir hayat coskunlugu duyanlar dünyaninbiricik hâkimleridir. Bütün diger hükümdarliklar busaltanatin maddîlesmesi, fakirlesmesidir: Bir nevitiyatro kralligi. Gerçek hükümdarlar ebediyenhükümrandirlar. Hazineleri yagma edildikçezenginlesirler.Meclisten tahil için kanunlar geçirdiniz. Simdi baskabir tahil sözkonusu. Daha nefis, daha besleyici birekmek saglayacak, bir tahil: susam. Bu susam, kapilariaçan büyü. Harami magaralarinin kapilarini degil,hükümdar hazinelerinin kapilarini : kitap.OKUMAK ÜZERINE CEMIL MERIÇTEN BIR MAKALE DAHA"Susam ve Zambaklar"i Proust çevirmis Fransizcaya.Ruskin''''in bahçesine oldukça uzun bir revaktangiriyoruz. Ro­manci, elli sekiz sayfalik bir girisle,eseri -daha dogrusu ken­dini- tanitiyor:"Ruskin okumaya çok önem verir. Ben bu fikirdedegilim. Çocukken okudugumuz kitaplarin yeri baska,cazibeleri bü­yük, hatiralari aziz. Ama bu okumalardanbizde kalan, daha çok oturdugumuz yerlerin ve günlerinhatirasi."Proust yanilmiyor mu acaba? Tecessüsümüz yenifetihle­re kanatlanirken, gündelige, bayagiya,alisilmisa takilip ka­lan bir dikkat ne kadar zavalli.Okumak, iki ruh arasinda âsi­kane bir mülakattir. Heryabanci intiba vuslatin büyüsünü bozar. Ister günesisildasin gökkubbede, ister duvarda bir pet­rollambasi yansin. Pencerede sakiyan kuslardan bize ne.Reel olan tabiat degil, kitaplarda görülen rüyadir.Meçhule açilan bir kapidir kitap. Meçhule, yanimasala, esrara, sonsuza.Proust''''a dönelim: "Okumak baska, sohbet baska.Okurken bir baska düsünceyle temas halindeyiz, ama tekbasimizayiz, insan fikrî bakimdan çok daha güçlü.Konusma, bu gü­cü dagitir. Okurken sadece ilhamaliriz, kafamiz diledigi gibi çalisir. Hem yalniziz,hem beraber. Bir nevi mucize..." Ne ya­zik ki, busihirli mahremiyetin de hudutlan var. "Güzel ki­taplaryazar için bir son, okuyucu için bir davettirler.Sualle­rimize cevap vermezler. Birtakim arzularuyandirirlar bizde, istiyaklarimizi alevlendirirler.Yazar sözünü bitirince sasa­rak farkederiz ki, hiçbirsey söylememistir henüz..." Kitap her sualimizikarsilayamaz, dogru. Ama, hangi sohbetten do­yarakçikariz? Bu kanma bilmeyen susuzluk insanin alinyazisidegil mi? Süphelerimizi, tereddütlerimizi arzin vezama­nin bütün büyük zekâlari çözemezse, dar bircografyanin ve hasis tesadüflerin karsimiza çikardigibir insan nasil çözebi­lir? Kitap denen uçsuz bucaksizokyanusta daima yeni kesif­ler yapmak kabil.Hangimizin irfani, o sonsuz "belki"yle boyölçüsebilir? "Sairlerin coskunlugu bize de geçer. Ama, bu heyecaninmânâsini anlayamayiz. Çizdikleri tablolarda,bildigimiz dün­yadan çok baska bir dünya ilekarsilasiriz. Bu manzaralar harikuladedir, çünkü birdâhinin dikkatini çekmislerdir. Ser­seri ve kayitsizbir dikkat tesadüfen o manzaralar üzerinde durmus.Tasvir sanatinin en büyük hüneri: sis. Sanatçiningörevi, tabiati örten çirkinlik ve manasizlik örtüsünüsöyle bir aralayivermek. Bak ve gör demek bize, sonrakaybol­mak." Yalniz o kadar mi? Okuyucularini busihirli âlemde adim adim dolastiran yazarlar da var.Iskoçya, Walter Scott''''un cazibesine yakalananlariçin kendi vatanlarindan daha canli, daha gerçek, dahaiyi bilinen bir dünyadir."Okuma, içimizdeki meçhul âlemin kapilarini açan biranahtar." Pekiyi ama, o meçhul âlemin tekevvünündepayi yok mu okumanin? Iç dünyamizin sinirlarinigenisleten ki­tap degil mi?Proust devam ediyor: "Okuma zihnî hayati uyandirmali,yerini almamali onun. Baskalarinin hazirladigi bir baldegil hakikat, onu kitap sayfalarindan toplayamayiz,kafamizin ve gönlümüzün iç hamleleri ilefethedebiliriz ancak." Dogru. Zi­hin an, kitap çiçek,dis dünya kovan. "Aydin okumak için okur. Kitaba kitapoldugu için perestis eder. Buldugunu yük­lerhafizasina. Sindiremez, hayatina katamaz. Kendikendini zehirler. Bu fetisist saygi zararlidir, amaçok yaygindir da. Bu "edebî hastaliga" büyük adamlardaha çok tutulurlar. Düsünce ile dogrudan dogruyatemas etmedikleri zaman ki­taplarla beraber olmaktanhoslanirlar. Zaten, kitaplar da on­lar için yazilmisdegil mi? Büyük zekâlar kitabîdirler. Ama bu,kitabîligin bir kusur olmasina mâni degildir.Kitabîlik, zekâdan çok hassasiyet için tehlikeli. Dâhiher okudugunu temessül eder, kendi mali olur fikirler.Bir kucak odun kü­çük bir atesi söndürür, büyük biratesi daha da canlandirir."Asagi yukan ayni yillarda bir baska düsünce adami çokdaha hasin, çok daha insafsiz bir makale yayimliyordu.Psi­kolog romancinin "Revue Philosophique"de çikan buyaziyi ("La Manie de la lecture", Ossip-Lourie, s.263vd. 1915) oku­mamis olmasina imkân var mi? "OkumaHastaligi" serlevhali makale söyle basliyor:"Bütün medeni ülkelerde ayni sikâyet: Okumuyoruz.Ki­taplar çogaldikça okuma sevgisi azaliyor. Ama, yinede bir­çoklari için okuma bir hastalik. Böyleleriincelemek, düsün­mek, dinlemek, eglenmek için okumaz;okumak için okur. Ne sanat heyecani ararlar, nezekâlarini gelistirme emelindedirler. Çok okurlar,ellerine geçeni okurlar. Sabirsizdirlar, sirt­larindanbir yük atmak isterler sanki. Okuduklarini reddet­mekveya tartismak ihtiyacini duymazlar. Kitap kapanirka­panmaz içindekiler unutulur. En büyük zevklerikitap degis­tirmektir. Her matbua''''ya saldirirlar.Kimi yarisini okur kita­bin, kimi yalniz sonuna bakar.Kimi de bir bastan bir basa okur (meselâ gazetetiryakileri.) Okur gibi yapanlar da caba. Hepsi derüya görür gibi okur." Bu tiryakilik tembelliginmarazî bir seklidir, yazara göre. "Okuma delisi birçokseyleri anladigini vehmeder. Baskalarinin sözleriyleyetinmek, her konuda baskasinin anlayisina, baskasininfikirlerine basvur­mak, aliskanliklarin en kötüsü.''''Kitapta okudum, gazete ya­ziyor'''' gibi sözleriradenin ve kisiligin yoklugunu gösterir. Asiri vedüzensiz okuma hafizayi, düsünce mekanizmasini bozar.Hasta gündelik hayattan kopar, çevresinde olupbiten­leri göremez, anlayamaz. Marazî okumaninbelirtilerinden biri hafiza zayiflamasidir. Hastagerçek hâdiseleri unutur, okuduklarini hatirlar.Realiteden uzaklasir, kitaptaki olayla­ra baglanir.Düsünceleri birbirine karisir. Kendi basina mu­hakemeedemez olur."Yazar söylediklerini söyle hülâsa ediyor: "Okudugunutahlil etmeyen, daha önce okuduklariylakarsilastirmayan, her an kendi kafasini kullanmayanzekâsini mahveder. Oku­mak, sayfanin bütününü,cümleleri, kelimeleri anlamaktir, Dikkat gevseyincegölge düsünceler kalir kafada. Çabuk oku­yan dikkatiniteksif edemez."Makalenin yazan bu çesit okumayi gerçek bir hastalikolarak vasiflandirir. "Okuma ile zehirlenenleruykularini kaybederler. Uykusuzluk psikozbaslangicidir. Bu hastalik da, afyon ve esrar gibi,rüyalara, hayallere, sanrilara yola-çar. Illetin birbaska tezahürü de mektup yazma, daha dog­rusu yaziyazma hastaligidir."Freud''''a göre nevrozlarin baslica, hatta biricikkaynagi cinsî hayattir; "Felsefe Dergisi"nin psikologmuharririne gö­re, marazi okuma. "Ne garipdir ki,simdiye kadar hiçbir sinir hekimi bu vahim hastaligiincelememis."Asir basi, ruhiyatin kahramanlik çagi. Kimi Fransizsiirini tereddi ile vasiflandirir hekimlerin, kimisosyalizmi hastalik sa­yar. Bu dikkate lâyik makaleninayni mübalâga ile malûl oldugunu düsünüyoruz. Marazîokuma sebep midir, netice mi? Baska bir tâbirle,insanlar sinir hastasi olduklari için mi reali­tedenkaçar, kitaba siginir, yoksa uykularini kaybettikleri,ki­taba iltica ettikleri için mi sinir hastasidirlar?Don Kisot''''u çil­dirtan kitap mi, Don Kisot çilginoldugu için mi kitap delisi?Proust''''a dönelim: "Okumak da bir dostluk kurmak",di­yor Proust. Diger dostluklardan farkisamimiyetinde. Konu­su bir ölü, bir uzaktaki. Bununiçin de hasbî ve iç açici. Çir­kinliginden siyrilmisbir dostluk. Saygi, sükran, baglilik de­digimiz ve okadar yalanla karistirdigimiz bütün o merasim­ler,bütün o nezaket gösterileri kisir ve yorucu.Dostluklari­miz çok defa tesadüfün eseri. Bir sempatibaslangici, düsü­nülmeden söylenmis bir söz, yanlisanlasilan bir iltifat, yaz­digimiz ilk mektuplarmüebbeden çözemeyecegimiz bir alis­kanliklar agininilk dügümleri. Okuma, dostlugu ilk saf hâli­ne ircaeder. Kitaplarda merasime ihtiyaç yok. Istersekaksa­mi onlarla geçiririz. Istersek... Çok defaistemeyerek ayriliriz onlardan ‘hakkimizda nedüsünecekler?'''' Acaba bir patavat­sizlik yaptik mi?Hoslandilar mi bizden? Falani görünce bizi unutacaklarmi? gibi. Saf ve sakin bir dostluk. Ne alâyise lü­zumvar, ne gevezelige. Sükût içinde bir kaynasma. Birken­di kendimizle basbasa kalis. Sükût, söz gibikusurlarimizin, siritislarimizin izini tasimaz.Yazarin düsüncesi ile kendi dü­süncemiz arasinaegoizmleri sokmaz, konusmayi yabanci un­surlarlazehirlemez. Kitap sahiden kitapsa dili de saftir.Ya­zar yabanci cisimleri ayiklamis, düsüncesini oldugugibi sun­mustur bize. Her cümlesi bir sonrakinebenzer. Ayni ses, ay­ni perde. Yazari aksettiren birayna."Zekâ gelistikçe artar bu sevgi, tehlikeleri deazalir. Sih­hatli bir zekâ kitaplari çalismalarinatâbi kilar. Onun için eglencelerin en asilidir okuma,daha dogrusu en asillestiricisidir. Kitap zekâyikibarlastirir. Hassasiyetimizle düsüncemizi ancakkendi içimizde, zihnî hayatimizin derinliklerindegelistirebiliriz. Ama, zekânin tavirlarimefendilestirmek için oku­mak zorundayiz. Bazikitaplari, edebiyat ilminin bazi incelik­lerinibilmemek, dâhiler için bile fikrî bir avamlik isareti.Ki­barlik ve asalet, düsünce dünyasinda da bir nevialiskanliklar francmaçonnerie''''sinden, birgelenekler mirasindan ibaret.
"YAZAN: CEMIL MERIÇ
KAYNAK: BU ÜLKE

HALİL İBRAHİM BEREKETİ NERDEN GELİYOR?

Sarkisi dillere destan bu hikayenin bir de kisisel gelisim yönü olabilir diye arastirdik.Okuyunca hak vereceksiniz. Atalarimizdan bize kalan önemli miraslardan yasanmis bir olay.

HALIL IBRAHIM BEREKETI

Vaktiyle birbirini çok seven iki kardes varmis...Büyügü Halil... Küçügü ise Ibrâhim...Halil; evli, çocuklu. Ibrahim ise bekârmis...Ortak bir tarlalari varmis iki kardesin...Ne mahsul çikarsa, ikiye pay ederlermis... Bununla geçinip giderlermis...Bir yil, yine harman yapmislar bugdayi. Ikiye ayirmislar... Is kalmis tasimaya...Halil, bir teklif yapmis :
- Ibrahim! Kardesim, ben gidip çuvallari getireyim. Sen bugdayi bekle.
- Peki abi demis Ibrahim...Ve Halil gitmis çuval getirmeye...
O gidince, düsünmüs Ibrahim:
- Abim evli, çocuklu. Daha çok bugday lazim onun evine. Böyle demis ve kendipayindan bir miktar atmis onunkine...Az sonra Halil çikagelmis.
- Haydi Ibrahim, önce sen doldur da tasi ambara demis
- Peki abi..!Ibrahim, kendi payindan bir çuval doldurup düsmüs yola...
O gidince, Halil'i düsünmüs: Demis ki:
- Çok sükür, ben evliyim, kurulu bir düzenim de var. Ama kardesim bekâr. Odaha çalisip, para biriktirecek. Ev kurup evlenecek.Böyle düsünerek, Kendi payindan atmis onunkine birkaç kürek...Velhasil, biri gittiginde, öbürü, kendi payindan atmis digerine.Bu, böyle sürüp gitmis...Ama birbirlerinden habersizlermis.Nihayet aksam olmus. Karanlik basmis.Görmüsler ki, bitmiyor bugdaylar.Hatta azalmiyor bile...Hak Teala bu hali çok begenmis.Bugdaylarina bir bereket vermis, bir bereket vermis ki...Günlerce tasimis iki kardes, bitirememisler.Sasmislar bu ise...Aksine çogalmis bugdaylari.Dolmus tasmis ambarlari.Bugün "Bereket" denilince, bu kardesler akla gelir.Bu bereketin adi: Halil Ibrahim bereketidir...

BEDEN DİLİ

Hiçbir şey söylemediğiniz zamanlarda bile aslında ne kadar çok şey söylüyorsunuz, siz de fark ettiniz mi?Kendini gizleme konusunda özel yetenekler geliştirmediyseniz, kelimeleri kullanmadığınız zamanlarda da hissettikleriniz ve aklınızdan geçirdikleriniz hakkında mesajlar göndermeyi sürdürürsünüz çevrenizdekilere.Araştırmalar kişilerle iletişimde kelimelerin öneminin sadece yüzde 7 olduğunu söylüyor. Geriye kalan yüzde 93 sözsüz iletişimden ibaret. Yani siz konuşurken görüntünüz, beden diliniz ve ses tonunuz kelimelerin önüne geçiyor. Oysa iş hayatında ne çok güveniriz kelimelerin gücüne. Nerdeyse bütün hazırlıklar bu yöndedir. Zam mı isteyeceksiniz? Hemen bir konuşma hazırlanır, içinde haklı gerekçeler sıralanır. Satış görüşmesine mi gidiyorsunuz, müşteriyle konuşulacaklar tekrarlanır yol boyu. Önemli bir sunumunuz mu var? Hazırlıkların yüzde 90’ı kelimeler üzerine kurulur…Unutmayın ki iş hayatında insanlar sizin söylemediklerinizi de görürler. Siz sadece kelimelerinize odaklandığınızda hem kendi hareketlerinizi hem de o sırada sizi dinlediğini düşündüğünüz kişilerin beden dilleri ile verdikleri mesajları gözden kaçırabilirsiniz.Beden dilinden bahsederken madalyanın iki yüzü var. Madalyonun ilk yüzü sizin beden diliniz..Tek bir cümle ile anlatmak gerekirse, eğer kelimeleriniz beden dilinizle aynı mesajları vermiyorsa, vakit kaybediyorsunuz. Kendi beden diliniz ile verdiğiniz mesajların ne anlama geldiğini bilmek profesyonel yaşamda etkili iletişim kurabilmek için çok önemli bir avantaj sağlayacaktır size. Böylelikle olumsuz sinyalleri engellemek için hareketlerinizi kontrol altına alabilirsiniz.Madalyonun diğer yüzü de dinleyicilerinizin bir başka deyişle izleyicilerinizin beden dili. Kişilerle iletişim kurarken, ister müşteriniz, ister yöneticiniz karşınızdakilerin beden dilinin verdiği mesajları doğru yorumlamak size yelkenleri suya indirmek zorunda kalmak yerine yelkenin yönünü değiştirebilme yeteneğini kazandırır. Çünkü iletişimde esas olan sadece anlatmak değil aynı zamanda anlamaktır da. Yani sadece konuşmayın ve sadece dinlemeyin, izleyin de.Kalabalıklarda gözlem yapınBaşkalarının hareketlerini incelemek ve okumak için olduğu kadar kendi hareketlerinizin de bilinçli bir şekilde farkına varmak için pratik yaparak kendinizi geliştirin. Bunun için en ideal yerler insanların kalabalıklar halinde bulunduğu yerlerdir. Ama başkalarında gözlemlediğiniz beden dilini yorumlamaya çalışırken yapılabilecek en önemli hata diğer faktörlerin etkilerini göz önünde bulundurmadan, kalıplaşmış anlamlar yüklemektir. Bu yanılgıya düşmeden, beden dilini kendinden emin, güvenilir ve saygın bir kişisel izlenim bırakabilmek için kendi lehinize kullanın. Siz bedeninizle ne söylediğinizin farkında olmayabilirsiniz, ama izleyicileriniz mutlaka mesajı alacaktır. Sizin vermek istediğiniz mesajı aldıklarına emin olmak için beden dilinin önemini göz ardı etmeyin.
Suna Aslan
İmaj Danışmanı